31 Ocak 2012 Salı

Gözler

...Yolunun üzerinde kargalar vardı. Onları farkettiğinde artık çok geçti. Kargalar da onu farketmişti. Kargaları kızdırmak olmazdı. Kargalar kötü niyetli yaratıklardı. Bir anlığına yolunu değiştirmek istedi, ancak gidecek başka yol yoktu ki. Özgür irade ne yazık ki burada işlemiyordu. Geri dönebilirdi, yolun gerisi kargalardan daha beterdi. Yolun gerisi, her şeyi yeniden yaşamak demekti ve sevgili okur, her şey yeniden yaşanmazdı. Hayat, kaydedip oradan devam etmek istediğin oyunlara benzemiyordu.

Kargalar kızgındı, ortada bir anlaşmazlık vardı ve ne olduğu artık belli olmayan bir leş... Sıra gözlere gelmişti ve malesef üç karga ve iki göz vardı. Bu anlaşmazlığı görüp cesaretlendi. Belki bu karışıklıktan faydalanabilirdi. Olduğundan daha iri görünmek için göğsünü şişirdi, sesini kalınlaştırarak; "Neyi paylaşamıyorsunuz? Daha çok ceset olacak" dedi

Kargalar irkildi, üçü de ona bakmaya başladı. Kargaların yargılayıcı bakışları üzerindeydi. Bir gün kargalar tarafından yargılanabileceğini hiç düşünmemişti. Görünüşe göre her şey mümkündü. Bir ömür kadar süren yargılayıcı bakışlardan sonra kargalardan biri konuştu.

"Ortada gözler yokken biz çok iyi anlaşıyoruz. Ne zaman içimizden biri fazladan bir göz yerse, o zaman işler değişiyor. Çirkin yaratıklarız, biliyorsun. Doğamız gereği çirkinleşiyoruz. Geçmişi unutuyoruz. Daha önce paylaştığımız bütün anılar önemsiz kalıyor. Beraber uçtuğumuzu, elektrik direkleri üzerinde esen rüzgarı hissedip beraber çıkardığımız çirkin sesleri hatırlamıyoruz. Bir gün hepimize yetecek kadar ceset olduğunda yaptığımız gelecek planlarımızın, hayallerimizin bir anlamı kalmıyor. Düşman oluyoruz birbirimize. Şaşırdığını görüyorum. Şaşırma, kişisel hırsları olan tek yaratıklar sizler değilsiniz. Hatta siz bizden betersiniz, en azından biz ne olduğumuz biliyoruz. Siz kendinizi kandırarak, bir gün önce birbirinizin yüzüne gülerken, ertesi gün yoğun bir nefret ifade edebiliyorsunuz. Biz, birbirimize neler yapabileceğimizin her gün farkındayız"

Bir kargadan böyle bir bilgelik beklemiyordu. Bu konuşma sayesinde yoluna devam edebileceğini düşünerek ileri doğru bir adım attı. Karga bunun üzerine tekrar konuştu

"Hayır, devam edemezsin. Bu yolun sonrası bize ait. Buradan geçemeyeceksin. Şimdi geri dön ve yaşadıklarını tekrar yaşamaya devam et. Yeterince tekrarladıktan sonra yine buradan geçmeyi deneyebilirsin, ancak belki biz burada yine bir ceset üzerinde kavga ediyor olabiliriz. Bunu ikimiz de kesin olarak bilemeyiz."

Seçeneği yoktu. Geri döndü ve yürümeye devam etti...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Waiting for a miracle #2




Karen: Because I know what you're capable of.
Hank: Yeah, well, what if you're wrong? What if this is it for me? What if I'm just destined
to sit around and wait for the band to get back together?
Karen: You'll be waiting on a miracle.

29 Ocak 2012 Pazar

Cancer of the soul



"You have cancer of the soul. You need an operation and radiation. You have tumors everywhere. You'll die a horrible death."

Waiting for a miracle

Her şey yolunda aslında, ama bir şeyler eksik. Sonu gelmez bir anlam arayışındayım. Her şeyden birazım ama tam olarak bir şey değilim.

"Sometimes a man gets carried away, When he feels like he should be having his fun" demiş Jeff Buckley. Evet, eğleniyorum. Demiştim her şey yolunda diye, ancak motivasyon eksikliği çekiyorum. Ne olmak istediğime karar vermem lazım. Hayata tutunmam, seçtiğim şeyi sıkıca kavramam lazım. Biri ya da bir şey, bana bu isteği vermeli artık.

Belki bu şekilde devam edeceğim hayatıma, kim bilir? Emekli olana dek, aynı işi, aynı hedefsizlikle yapacağım. Poliklinikten hastaları görüp, herkesin yaptığı ameliyatları yapacağım. Hastanedeki yüzlerce beyaz önlükten biri olacağım sadece...

Bugün traş olurken genç bir yüzüm olduğunu farkettim. İstersem bu bağsız, aidiyetsiz adam olmaya uzun bir süre daha devam edebileceğimi biliyorum. Yorumsuz bir hayat, rahmetlinin dediği gibi... Beni şimdi memnun etmeye yetiyor. Asıl soru, hayatımın sonuna dek yetecek mi?

Ukalalık yaptığımı düşünme sevgili okur, ancak hayatın cömert davrandığı insanlardan biri olduğumu biliyorum. Ya da nasıl istiyorsan öyle anla, ancak bir insanın kendini bilmesi lazım. Aynaya baktığımda başarılmış bir şeyler görüyorum, bu güzel, ancak büyük resmi hala net olarak görememek, beni rahatsız eden. Bir sürü potansiyel var, evet, ancak hayatımın bu evresinde sadece neleri istemediğimi kararlaştırırken vakit kaybettiğimi düşünüyorum.

İstediklerimi elde edebileceğimi geçmişte öğrendim, ancak sıkıntı ne istediğimi bilmemekten kaynaklanıyor. Ne olmak istiyorum? Aile adamı mı, tutunamayan mı? Fark yaratmak için mi, yoksa sadece ayın onbeşi için  çalışan biri? İlgilendiği başka şeylere yönelen mi, yoksa bir kaç sene onları tamamen rafa kaldıracak olan mı?

Ya da böyle kalıplara sokmadan, hayat ne önerdiyse onu yapmaya devam mı etmek gerekiyor sevgili okur? Eğer doğru cevap buysa, ya da cevaplar sonradan ortaya çıkacaksa, ki şu an tam olarak yaptığım şey bu, böyle yaşamaya devam edebilirim ama sanki biraz daha insiyatif almak gerekiyor hayatta. Ne dersin mucizeyi beklemeye devam edeyim mi?


26 Ocak 2012 Perşembe

Midnight in Alsancak


Bazen içiyorum sevgili okur. 

İçince güzelleşirim. Cidden. Yanaklarım kızarır, ifadesizik maskem çıkar, yüzüme bir gülümseme gelir. Çakırkeyfim, keyiflidir. Kendime de çevreme de keyif veririm. Çok sık sarhoş olmam, ama sarhoşluğum ise efendicedir. Evime gider uyurum. Ertesi sabahki azap bana kalır. 

Müdavimliğimi biliyorsun, yıllardır hep aynı yerde içerim. Çoğu zaman yanımda birinin olmasına da gerek yoktur. Hafta sonu gece uzar genelde, sabaha yaklaşır hem yalnız çıkmam, ancak hafta içi çıkmışsam sarhoş olmam. Trafiğin yasal sınırıyla dans ederim, yine de kabul edilebilir bir zamanda evime gidip uyurum. Ertesi gün iş vardır.

İşte o hafta içi akşamlarının sonunda, otoparka yürürken hep aynı şeyleri düşünürüm. Yeterince uzun Kıbrıs Şehitleri Caddesini yürürken, ki İzmir'de her şey yeterincedir sevgili okur, beni bu zaman diliminden alıp götürecek arabayı düşünürüm. Acaba hangi model olurdu, beni hangi zamana götürürdü diye merak ederim.

Belki bir Impala alacak beni, '60 Village'a götürecek. Dylan, Hendrix, Simon & Garfunkel, Baez'le aynı coffeeshop'ta oturacağım. Bob Dylan'ın her geçen gün biraz daha cüretkar olmasını izleyeceğim. Dert edecek şeyler çok farklı olacak. Bir kimlik arayışı, bir sesini duyurabilme çabasına ortak olacağım.

Ya da bir '93 Mustang alacak ve Seattle'a götürecek beni. Çıktığım an üzerimdeki düz ve tek renk gömleğim birden oduncu gömleğine dönüşecek, pantolonum genişleyecek, ayakkabılarım postal olacak. Arabadan indiğim an bir bara gireceğim ve titreyek grunge'u yaşamaya başlayacağım. Herkes Eddie Vedder gibi şarkı söylemeye, Kurt Cobain gibi haykırmaya çalışıyor olacak. Öyle büyüleneceğim ki, Guns 'n Roses'ın Use Your Illusion II'si, Bon Jovi'nin Keep the Faith'i bile umrumda olmayacak. Sadece Ten ve Nevermind umrumda olacak. Hayat 90'ların o tekdüze eğlencesiyle geçecek...

Bunların yerine hep o yeterince uzun cadde beni otoparka, sonra da eve götürüyor sevgili okur. Eve varıyorum, uyuyorum ve ertesi gün başlıyor

18 Ocak 2012 Çarşamba

Çünkü yol farklıdır


Yol, yine beni çağırıyor. "Artık plan yapmaya başlamanın vakti gelmedi mi?" diyor. Hak veriyorum. Yoldayken mutluyum, herkesten ve her şeyden uzağım. Kendimden dahi...

Yoldaki ben, başka bir ben oluyorum. Burada yapmayacaklarımı yoldayken yapıyorum, biraz tehlikeli bir tip olsa da yoldaki beni daha çok seviyorum.

Yoldaki ben, tanımadığı insanlarla konuşur, hayat hikayelerini öğrenir. Kendi hayatını anlatır. Bazen sırf canı öyle istiyor diye başka hikayeler anlatır. Bir gün ülkenin doğusuna yeni atanmış bir matematik öğretmeni olur, bir gün Erasmusa gelen bir eczacılık öğrencisidir. Yoldaki ben, tek kullanımlık sohbetleri sever, zira kim isterse o olur.

Yoldaki ben, keyiflidir. Sıcakkanlıdır. Her zaman yaptığı gibi, samimi olması için güvenmeye, vakte ihtiyacı yoktur. Hem yol hızlı ilerler. Her fırsat bir defa gelir. Sonradan geriye dönüp pişman olmamak için gözünü karartır ve elini uzatır. Yargılanmak, yanlış anlaşılmak, komik duruma düşmek hiç umrunda değildir. Bunu ona yol öğretmiştir. Yol ve eski deneyimleri... Zor yoldan öğrenmiştir, iyi öğrenmiştir.

Yoldaki ben, küçük şeylerin keyfini çıkarır. Yol hızlı ilerler, ancak sadece Yoldaki ben'in izin verdiği kadar. Bazen bir göl kenarındaki bir bankta, bazen sivrisinek dolu bir adada bir yatakta, bazen iki binayı birleştiren bir kemerin altında ve hatta bazen bir otobüs istasyonunun salaş kafesinde saatlerini geçirebilir ve bu zamana asla harcanmış gözüyle bakmaz. Bilir, harcamaktan keyif aldığı hiç bir vakit, boşa gitmiş sayılmaz.


Yoldaki ben, ufak sorunların ve engellerin canını sıkmasına izin vermez. Feribotu kaçırdıysa gider bir sonrakine bilet alır. Yağmur yağıyorsa ıslanır, hava soğuksa üşür, sıcaksa terler. Ama yol devam etmelidir ve o da bunu bilir. Yürümeye devam eder. Yoldaki ben ayakları ağrısa da yürür, hayatında hiç yürümediği kadar yürür, kilometrelerce... Her adım ona biraz daha huzur verir, her adım ona daha önce gördüğü dünyanın, görmediği başka bir kapısını açar.

Yoldaki ben, aşık olur. Defalarca olur. Trende karşısında oturan, bir hastane kantininde kek aldığı, bir barda beraber içki içtiği, bir başkasında dansettiği kıza; sohbet ede ede seyahat eden iki yaşlı kadına, kucağındaki çocuğuyla uyuyakalan anneye aşık olur. Kalbi buradakinin aksine büyük ve yumuşaktır. Aşık olmanın kendisine aşık olur bazen

Yoldaki ben'i seviyorum. Kendimden sıkıldıkça, kendimi her seferinde yollara vurmam bu yüzdendir. Hissediyorum yol yine beni çağırıyor. Hayır demek ne  mümkün?

12 Ocak 2012 Perşembe

Top 5: Roman Kahramanlarım

Madem blogda hızımızı almışız, blog yazma işine ilk başladığım zamanlara dönelim o zaman. Yine bir Top 5 yapalım. High fidelity'nin bende bıraktığı bir iz olan şu Top 5'lerin çoğunu twitter heba etti onu da belirtmek lazım. Her biri birer blog yazısı potansiyeli taşıyan onlarca Top 5, binyediyüzaltmış küsür tweetin içinde kayboldu.

Top 5'ler doğası gereği spontane yapılan listelerdir, bir defa yapınca geriye dönüp üzerine düşünmek acı verir, zira tekrar düşününce hep başka adaylar akla gelir, içinden çıkamazsınız.

Benim için bir kitabın iki can alıcı öğesi vardır. İlk cümlesi ve kahramanı. "Yatağın başından ucuna kadar uzanan mavi damalı yorganın engebeleri, gölgeli vadileri ve mavi yumuşak tepeleriyle örtülü tatlı ve ılık karanlıkta Rüya yüzükoyun uzanmış uyuyordu" ya da "Siyahlı adam çölde kaçıyordu. Silahşor de peşindeydi" diye başlayan bir roman kötü olabilir mi?


Lafı daha fazla uzatmadan ve olabildiğince minimal spoiler vererek size beş favori kahramanımı veriyorum.




5- Silahşor(Roland Deschain)/Kara Kule- Stephen King


Stephen King'in ünlü Kara Kule serisinin silahşorünün bir kahraman mı ya da anti-kahraman mı olduğu konusunda zaman zaman ve cilt cilt kararsızlığa düşsem de, benim romanlarımın en güçlü karakterlerinden biri olduğu kesin. İçinde bulunduğu yol hikayesi/döngüsü boyunca yaptığı/yapacağı seçimlerin onun ne tarafta durduğunu belirleyecek olması, onun aslında her satırda yoğrulmaya devam eden bir karakter olduğu gösteriyor.  Gilead'ın, babası Steven Deschain'in, Susan Delgado'nun, "Git öyleyse bundan başka dünyalar da var" diyen çocuğun hayaletlerini de gittiği yol boyunca yanında taşımak zorunda. Bazen, bazılarını geri getirmek ve her şeyi ya aynı, ya da yeni baştan yapabilme şansına sahip olduğunu bilerek...




4-Gregor Samsa/Dönüşüm-Franz Kafka


Romanlarda iki çeşit kahramanlar vardır; yerinde olmak istedikleriniz ve istemedikleriniz. Gregor Samsa, bütün çilesine rağmen yerinde olmak istediğim kahramanlardan biri. Yanlış anlama sevgili okur, kendimi cezalandırma ya da romantik bir acı peşinde değilim, ancak bunaltıcı rüyalarımdan uyanıp toplum ve ailesinin beklentilerinin, normlarının ve kabul sınırlarının dışına çıkan, yani hiç bir şey yapmayan bir böceğe dönüşme fikri kulağa geldiği kadar kötü değil. Sanayileşen Avrupa'nın, çalışan sınıfının gururlu bir üyesi olmaktan vazgeçtiği sabahın ilk anında, böceğe dönüştüğü için işe geç kaldığını düşünen bir kahraman. Kim daha doğal hissettirebilir ki?




3-Meursault/Yabancı-Albert Camus


Meursault, suçludur. Suçu anın gerektirdiğini yapmasıdır. O an onu gerektirdiği için bir adamı vurmuştur. Öyle hissetmediği için annesinin cenazesinde bile ağlamamıştır, ikram edilen kahveyi rahatça içmiş. İlk fırsatta da kendisini, rahatlatacak kollara bırakmıştır. Gününü gün etme peşine düşmüştür. Suçludur, çünkü toplumun, "O da böyle biri işte" deme lüksü yoktur. Çünkü toplum farklılıkları takdir etmez, anlamaya çalışmaz ve zaman kaybetmeden etiketlemeye, ötekileştirmeye başlar. Elbette suçludur, zira Meursault yabancılaşmıştır ve sırt çevrilmeyi, hatta yok edilmeyi haketmiştir.


2- Galip/Kara Kitap-Orhan Pamuk


Kimisi için Kara Kitap'ın asıl kahramanı Celal Salik'tir. Böyle düşünene ne diyebilirsiniz ki? Celal Salik, Galip'in olmak istediklerinin hepsiyken benim kahramanım Galip'in olamadıklarıdır. Hüsn-ü Aşk'ın, Aşk'ı, Celaleddin Rumi'nin müridi, Orhan Pamuk'un en ünlü "hülyalı" karakteri Galip, hikaye boyunca kendi olabilme çabasındayken ona sempati duymamak vicdan ister. Tek istediği hayatı boyunca görmeye devam edip bir türlü gerçekleştiremediği Rüya'sını sıradan bir hayata razı olması gerektiğine, o hayatta kendisinin de bir yeri olması gerektiğine inandırmaktır. Sonuçta ne Rüya sıradan bir hayata razı olur, ne de Galip o hayatta yer bulur. Yine de Galip'in hikayesinin çarpık bir mutlu son ile bittiğini söylemek mümkün. Galip'i, arayışlarını, kendi olabilmek sancılarını ve sonunda kendisinin razı olduğu memnuniyeti seviyorum.


1- C. /Aylak Adam-Yusuf Atılgan


C., The Beatles'in Nowhere Man'idir, zira her şey onun olmadığı zaman, onun olmadığı yerlerde olur C., benim kahramanımdır. Tüm tedirginlikleri, isyanları  muhalefetleri, kararsızlıklarıyla bir bütündür C. Ne istemediğini, ne istediğinden daha çok bilmesiyle gönlümü çelmiştir. Pastanede elinin üzerine koyduğu gazetesiyle, yaptığı her hesapla biraz daha içten kabullendirmiştir kendini. Aylaklığa övgü derecesine varan hayatıyla o da aslında bir "Yabancı"yken, toplum ona Meursault ve Samsa'ya yaptığından farklı bir hisle yaklaşır. Toplum ona özenir, onu kıskanır ve C.'den nefret etmesinin sebebi, hiç bir zaman onun gibi olamayacağını bildiğindendir. C.'nin Meursault'tan ayrılan yönlerinden biri de aylak hayatının derinlerde bir sebebi vardır, yaptıklarının motivasyon kaynağı travmatik çocukluğu ve babasının hikayesidir. C. yenilse de devam eder, bütün denemeleri başarısızlıkla sonuçlansa da, O'nu aramaya devam edecektir. İşte C.'nin bir "kaybedenden" ayrılan özelliği de budur. 




Belki başka bir günde bu listeye girebilecek, Selim Işık, Raskolnikov ve Holden Caulfield'e selam göndermek lazım. Top 5'lerin o anlık doğasını bir daha hatırlatıyorum sevgili okur, bana kızmamalısın...

11 Ocak 2012 Çarşamba

Güncellemeler 21:Kış


***Kışı iliklerime kadar hissediyorum bugünlerde. Hava iyice soğudu İzmir'de ve ben her kış yaptığım şeyi yapıyorum. Hiç bir şey yapmıyorum.

***Hiç bir şey yapmamak derken, yanlış anlaşılmasın "Office Space" tarzı hiç bir şey yapmamak değil. Ancak yılbaşı ikramiyesi bana çıkmış olsaydı o zaman hiç bir şey yapmama lüksüm olurdu. En büyük hayalim de oydu, ancak ne yazık ki şimdi en azından bir yıl daha çalışmak zorundayım. En azından 2013 yılbaşı çekilişine dek.

***Gerçi hayatımda değiştirdiğim şeyler yok değil. Mesela spora başladım sevgili okur. 3 aydır aksatmadan haftada en az 3 gün spor salonuna gidiyorum. Herkes gibi ben de bir ay gider, sonra bırakırım diye düşünüyordum, ama şimdiye dek sorunsuz devam ediyorum. İyi de hissettiriyor açıkçası. Ayrıca biraz da motivasyon kaynağı olmalı benim için, zira buradan defalarca yapmak istediğim ve sürekli üşendiğim ya da ertelediğim şeylerden bahsettim. Birine başlayıp devam edebiliyorsam, diğerlerini de yapabilirim. Hazır iş yüküm ve nöbet sayım azalmışken...

***Evet, nöbet sayım oldukça azaldı. 2 yılı aşkın çileden sonra ayda 3-4 nöbet tutmaya başladım. Artık zamanı da gelmişti, zira sonuna yaklaşıyorum ihtisasın. 1,5 yılım kaldı. Bu gerçek bir yandan hoşuma giderken bir yandan da üzücü. En basitinden yaklaşık 10 yıllık İzmir'de kurulan bir düzenden bahsediyoruz. Ayrıca 1,5 yıldan sonra askerlik ve tekrar mecburi hizmete de gitmem gerekiyor. Sanırım en fazla bu şehirden ve bu şehirde edindiğim alışkanlıklardan ayrılıyor olmak kötü.

***Kışın eve kapanmanın güzel bir yanı var. Gece dışarı çıkacağınız o haftasonunu bekliyorsunuz. Cuma oldu mu ayrıca bir keyifleniyorsunuz. Ben yazın her akşam yaptığım şeyleri, kışın haftada bir ya da iki akşam yapabiliyorum. Aslında düşünecek olursak, zaman açısından değişen bir şey yok, her akşam yapmaya da bir engel yok, ancak doğamız gereği hepimiz kış akşamlarında birer barınak arıyoruz.

***Çıktığım zaman da çok özel şeyler yapmıyorum, hep aynı yerlere, aynı insanlarla gidiyorum. Bir önceki yazıda bahsettiğim müdavimim ben. Hep aynı yerlerde aynı insanlarla olmak keyif veriyorsa, insan neden daha fazlasını arasın ki. Demem odur ki şurada birlikte olduğum bir kaç insan, takıldığım bir kaç yer var. İzmir'den ayrılık vakti yaklaşınca onlardan daha detaylı bahsederim. "İzmir'de özleyeceğim yerler" diye bir kaç yazı yazarım belki, kimbilir?

***Kabul etmeliyiz ki, hayatın belli bir evresinden sonra yeni insanları dahil etmek zorlaşıyor. Tamam, kulağa orta yaşlı biri gibi gelmiş olabilirim, ama siz de takdir edersiniz ki özellikle üniversite yıllarından sonra yeni arkadaş edinmek zor oluyor. Çünkü arkadaşlık biraz çay gibi, demlenmesi, dinlenmesi lazım iyi tad vermesi için. Üniversite yılları da bu zamanı veriyor. Üniversite bitip iş hayatı başlayınca ise hayatınıza giren insanlar etiketlenmeye başlıyor. Öğrenciyken tanışmış olsanız çok iyi arkadaş olacağınız insanları sırf iş arkadaşınız diye doğal olarak hayatınıza çok dahil etmek istemiyorsunuz.

***Lisenin son dönemlerinde ve üniversitenin ilk yılında çok fazla fantastik kurgu okurdum. Bilemiyorum, belki içinde bulunduğum döneme uygun olduğu için, iyi hissettirdiği için okuyordum. Sonra bir gün yine bir serinin ortasındayken daha fazla okumamaya karar verdim, zira okuduğum çoğu seri birbirinin aynı olay kurgusuna sahip, yol hikayeleriyle harmanlanmış, çoğu zaman ucuz alegorilerle dolu sabun köpüğü kitaplardan ibaretti. Ben de bıraktım. Üzerinden 10 yıla yakın süre geçti. HBO, Game of thrones'un ilk sezonunu yayınladı. Sadece merak ettim diğer sezonlarda ne olacak diye, ve sonra kendimi internetten kitap sipariş ederken, cilt cilt A Song of Ice and Fire okurken buldum. Sonuç mu, yaklaşık 3000 sayfadan fazla okudum ve hala aynı şeyleri düşünüyorum sevgili okur. Tamam, diziyi izlediysen sen de göreceksin sağlam karakterler ve güzel bir kurgu var ve iyi vakit geçirtiyor.  Ancak basit düşünecek olursak kitaplar, içine ejderhalar ve kadim güçler(spoiler vermeyelim) serpiştirilmiş ortaçağ Avrupası analojisinden ileri gitmiyor. Ne yazık ki bir kez başladığım için, hala yazılmayan iki cildi dahil sonuna dek okumak zorundayım.

***Hatta en iyisi ben bu yazıyı da burada kesip dördüncü cildi okumaya devam edeyim...


9 Ocak 2012 Pazartesi

C.'ye inat müdavimlik.

"O sabah kahveci çayını ona sormadan getirdi. Demek müşteri olmak için altı gün yetiyordu. Yemek yediği lokantalarda garson, '-Ali beyin çorbası, ''-Ver ahmet beyin bayıldısını." diye bağırdıkça şaşardı. İnsanları hep aynı yere çeken neydi? Kahveciye kızdı. Onda müşteri olacak surat var mıydı? Bir daha buraya gelmeyecekti."


C.'nin, müşteri derken müdavimliği kastı çok açık. C.'nin aidiyetsiz ve teamüllere karşı duruşunu düşünürsek kendisini anlayabiliriz, ancak ben katılmıyorum, zira bende "müşteri" olacak surat da heves de var.


İnsanları hep aynı yere ne çeker? Tanışıklık hissi, rahatlık hissi ve en önemlisi aidiyet arayışıdır, insanları sürekli aynı mekanlara gitmeye zorlayan. İnsan, inatla parçası olacağı bir yapıya dahil olmak ister. O mekanın hem sahibi hem müşterisi olmak ister. Tanınmak ister, Herhangi birisi değil, birisi olmayı ister. Eğer birisi iseniz, size isminizle hitap edilir, ne içtiğiniz bilinir, adisyonunuz isminize açılır.


Zor beğenirim, zor memnun olurum. O yüzden bir yerin müdavimi olmak benim için kolay değildir, ancak bir yere bir defa güvenmeye başlarsam o yer benim için bir alışkanlık haline gelir ve sevgili okur ben alışkanlıklarıma çok bağlıyımdır. Bu nedenle ki, 9 yıldır aynı berbere, 5 yıldır aynı lokantaya, 3 yıldır aynı bara ve 4 yıldır aynı nargileciye giderim. 


Yalnız insan müdavimliğe daha yatkındır, zira oturduğu yerde, yanında götürdüğü uğraşı, kitabı, işi, dersi bazen ona yetmeyecektir. İşte o zamanlar bahsettiğim, birisi olmak önemlidir. Eğer birisi iseniz, her zaman mekan sahibiyle birer kadeh içebilme, ya da diğer müdavimlerle ufak bir sohbet etme şansınız vardır. Hem illa yalnız olmak gerekmez, arkadaşlık da bir müdavimliktir ve en güzel müdavimlik arkadaşlarla olanıdır. Herkes kendi arkadaş grubuyla sürekli takıldığı bir kafe ya da bir bar olmasını istemez mi? Central Perk, McLaren's, Cheers Bar'a(Where everybody knows your name) hiç özenmediniz mi?


C.'nin aksine kahveci hangi nargileyi içeceğimi, kahvemin nasıl olacağını bana sormadan bilsin, Barmen, içkime kendiliğinden iki buz atsın isterim. Bende müşteri olacak surat vardır ve aidiyet güzeldir.