24 Kasım 2009 Salı

Aşı Olun!

Artık sadece risk grubu değil, herkes istediği takdirde aşılanıyor. Aile hekiminiz ve Sağlık ocaklarında aşı olabilirsiniz. Ortada bir salgın var ve alabileceğiniz yegane önlem bu, neden yapmayasınız ki?

Bu İkiliye Dikkat



Biliyorum Bu güzel videoyu Banu Alkan ve Serpil Çakmaklı filmiyle ilişkilendirme düşüncesi bile berbat ama ne yapalım bi kere yazdık işte. O değil de, şehirde dolaşıyorsun ve bi barın önünde Glen Hansard ve Damien Rice'ın sokakta çalıp söylediğini görüyorsun. Durup dinleyip eşlik ediyorsun, şarkı bittikten sonra da yürümeye devam ediyorsun. Ne kadar sıradan ve bir o kadar da olağan üstü değil mi?

15 Kasım 2009 Pazar

Fragmanlar

http://www.mariaelkins.com/imgs/ElkinsMaria-RedeemingFragments.jpg

***Mavi gözleriye karşı duvardaki popartı inceliyordu. Braveheart, Austin powers, Le grande bleu, Matrix gibi çok bilinen filmlerden duvar kağıdı yapmışlardı. Bizim gibi o da 18.30 seansını bekliyordu sanırım, ama o bizim gibi 2012'yi beklemiyordu. Buna emindim, o daha derin filmler izleyecek birine benziyordu. Zaten 2012 gibi bir filme yalnız gidilmezdi, yanında filmden çıktıktan sonra filmin ne kadar da iğrenç olduğuna dair yorumlar yapacağın arkadaşlar olmalıydı.

Bir süre duvarı tamamen kaplayan camda kendini inceledi. Simsiyah saçları ile beyaz teni nasıl kontrast oluşturuyorsa, siyah montun içine giydiği beyaz da o kadar kontrast oluşturuyordu. Belki bunu bilerek yapmıştı. Belki amaç uçuk mavi gözlerini ortaya çıkarmaktı. Yine de bu haliyle benden, genç görünen, yaşından küçük görünen, benden 4 yaş daha büyük olduğuna inanmak zordu. Arada sırada yazdıklarını okuduğum ve ayak üstü tanıştırıldığım insanlardan biriydi. Her anons duyduğumda kapıldığım geç kalmışlık hissinin verdiği dürtüyle salona doğru kışkırttım bizimkileri, 3. salonda film başlamak üzereydi çünkü. Sonra gözden kayboldu...

***Tek kalmıştım. Düşen alkol toleransımın cezasını çekip, direksiyona geçmeden önce içtiğim iki biranın etkisinin geçmesini bekliyordum. Aslında ceza falan çekmiyordum. Sevdiğim bi mekanda sevdiğim bi grubu dinliyordum. Ama tek kalmıştım, belki ceza olan buydu.

Gece aktivitelerinde tek adam olmak zordur. Masaya oturamazsınız, çünkü tek kişi bir masayı kapatmanıza izin vermezler, verseler dahi kendinizi rahat hissetmezsiniz. Bara oturamazsınız, çünkü grubu göremezsiniz ve canlı müzik dinlerken grubu görmemek tüm büyüyü bozar. Ayakta kalırsınız, Mekanın ortasında değil. Çünkü her zaman ortada çılgın gibi dans eden insanlar vardır ve size sinir bozucu şekilde çarparlar. Bir duvar, bir kapı eşiği, bir kolon kenarı. İşte gece tek başına kalan bir erkeğin durabileceği yerler bunlardır. Yine de bunlar bile sizi alkolle arası iyi olmayan ve ne yazık ki kanda yükselen etanol miktarıyla doğru orantılı çılgınlıkta dans edebilen minyon kızlardan her zaman korumayabilir. Evet, önümde kendinden geçen ufak tefek kız da onlardan biriydi. Önce Steve Miller Band- Serenade çalarken zıplıyordu, şarkı hareketli dedim çok ilginç gelmedi, sonra Losing My Religion çalarken zıplamaya devam etti, ilginçleşmeye başlamıştı. Queen'den Show must go on çalarken de zıplaması ve mütemadiyen bana çarpmasıyla olay ilginçliğini yitirdi. Dönüp bir şeyler söyledi, anlamadım, tekrarlattım. Kulağıma bağırarak özür diledi, ek olarak bir şeyler daha söyledi, ama özür kısmı dışındakileri yine anlamamıştım. Gülümsemekle yetindim. Bir daha tekrarlatmak istemedim. Kulağıma bağırması canımı acıtmıştı. Üçüncü kez dönüp baktığında zaten şarjı bitmiş telefonuma bakıyormuş gibi yaptım. Bir daha denemedi zaten. Kendimi hafiften ayılmış hissediyordum. Bu soğukta çook uzağa park ettiğim arabama yürümek tamamen ayıltacaktı beni. Mekandan çıktım, önünde sigara molası vermiş kalabalıktan sıyrılıp hızlıca arabama yürümeye başladım...

10 Kasım 2009 Salı

No Direction Home


Bu belgesel, bir sinema filmi niyetiyle izleyenler için, aşk-ihtiras-dedikodu-magazin bekleyenler için, şarkıların çözümünü bekleyenler için değil; özetle Bob Dylan'ın gerçekte kim olduğunu, nasıl bir ortamdan geçip Bob Dylan olduğunu öğrenmek isteyenler içindir. Öncelikle bu noktada anlaşalım.

No Direction Home, Bob Dylan'ı çocukluğundan alıp 1966 senesine kadar getiriyor. Bob Dylan'ın elektro gitar ve arkasında bir blues grubuyla sahnelerde görünmeye başlaması ve buna gelen tepkiler üzerine işlenmiş bir "nasıl ünlü oldu" hikayesi aslında... 1965 Newport festivali ve Royal Albert Hall konserlerinin bolca arşiv görüntülerine de başvurulmuş bu minvalde.

Tanrılaştırılan bu insanın aslında ne kadar kırılgan ve bazen ne kadar da güvensiz olduğunu görüyoruz. Bir otele, hırpani görünüşünden ötürü kabul edilmedikten sonra, When the Ship Comes in'i bir gecede yazdığını öğreniyoruz. Çevreye kendisi hakkında doğru olmayan bilgiler verdiğini, hatta ona evini açan insanların plaklarını yürüttüğünü de. Bütün bunlara rağmen o adamın Blowin' in the wind'i, Like a Rolling Stone'u yazdığını da biliyoruz.

Bütün politize edilme çabalarına rağmen, sadece istediği zaman, gerek duyduğu şeyleri protesto ettiğini, bütün yuhalamara karşın hiç bir kızma, sinirlenme, bozulma görüntüsü bile vermeden yapmak istediği müziği, yapmak istediği türde yapmaya devam ettiğini görüyoruz. Düşünsenize içinde yaşadığınız 60'lar Amerika'sında tüm dünyayı etkileyecek kültürel bir devrim oluyor ve siz 3-4 yıl boyunca gıpta edilen, sürekli alkışlanan, o devrimin bayrak isimlerinden birisiniz. Bir gün farklı bir şey denemek üzere sahneye çıkıyorsunuz ve sizi o zamana kadar bağrına basmış kalabalığın tek bir ağızdan sizi yuhaladığını, sizinle dalga geçmeye çalıştığını görüyorsunuz ve bu olayın motivasyonunuzu en ufak bir şekilde dahi değiştirmesine izin vermeden, çalmaya devam ediyorsunuz. İşte bu hayran olunacak bir şey...

Daha fazla uzatmayalım. No direction home'u izleyin. 60'lar ve 70'lerin müzik akımının nasıl ortaya çıktığına şahit olun, Bob Dylan'a daha fazla hayranlığınız artsın. Bir de sonra I'm not there'i izleyin Cate Blanchett'in ne kadar da iyi bir Bob Dylan oluverdiğine şahit olun. Ha eğer Bob Dylan'la yaptığı müzikle, daha da ileri giderek belki temelini yarattığı singer-songwriter makamıyla pek ilgili değilseniz boşverin...

Şekil

Nasıl olmuş?...

5 Kasım 2009 Perşembe

Kurban psikolojisi



Çevrenizde böyle insanlara kesinlikle rastlamışsınızdır. Bazılarıyla yakın arkadaş bazılarıyla da sevgili olmuşsunuzdur. Klasik mottoları "Ben çok iyi niyetliyim, o yüzden herkes beni üzüyor". "Ben çok seviyorum, o yüzden herkes beni terkediyor" bu ve bunun gibi türetilebilecek tonlarca cümlenin özetidir.

Her zaman kurban olduklarını düşünürler, her zaman herkes için en iyisi olmasını istediklerini, buna rağmen çevrenin onlara böyle davranmadığını söylerler. Sevgilileri onu yeterince sevmez, ev arkadaşları arkasından iş çevirir. İş arkadaşları sırf ona uyuzluk yapar...

Aslında temelde büyük bir güven problemi yatar. Aşırı kendine güvensizlik bu bireyleri herkese yaranma çabasına iter. Sevgililerine sürekli iltifatlar, aşırı sevgi gösteriler, ve anlamsız zamanlarda alınan hediyeler; arkadaşlarını gereksiz ortamlarda yüceltmeler, yapılan anlamsız jestler, dert ortağı olma saplantısı bu insanların klasik ortak özelliklerindendir. Çok ve anlamsız konuşurlar, üçüncü kişileri hiç ama hiç ilgilendirmeyen hikayeler anlatırlar; amaç ortamda konuşabildiğini göstermektir, kendini kabullendirme çabasıdır. Hepsi kullanılmaya son derece elverişlidir. Kim bilir? Belki sonradan şikayet etmek üzere içten içe kullanılmak isterler.

Böyle insanları görünce, uzaklaşın! Yakın arkadaş olmayın, hele sevgili hiç olmayın. Hatta mümkün mertebe yaklaştırın kendinize ve kulağına şöyle fısıldayın: "Çok güvensizsin, çok konuşuyorsun, karşındaki insana o kadar yapışıyorsun ki, bütün alanını kısıtladığın insan sonunda senden uzaklaşınca kurban rolüne bürünüyorsun ve unutma bir gün kendine güvenin olduğunda sana yapıldığını iddia ettiğin şeylerin katlarca fazlasını senin gibi insanlara yapacaksın ama ne yazık ki şimdilik bunlardan şikayet etmekle yetiniyorsun"