31 Aralık 2008 Çarşamba

Pişman mı?

Demotivator Poster Picture Unrelated - But it's a Gigantic Panda Blasting a hole through a Knight with a Rainbow Spewed from its mouth ... what's not to like?

Pişmanlıklarımı siliyorum aklımdan... Bir süredir eskiden kötü giden herşey için sistematik bir şekilde kendimi suçlamışım, ama anlıyorum ki, hayat tek başına yaşanmıyor. İyi veya kötü giden herşeyi ben kontrol eden bir tek ben değilim. "İkinci" faktörünü hep görmezden gelmişim şimdiye kadar...

Özetleyecek olursak, önceki yazılarımda bahsettiğim pişmanlıklarım, itinayla rezil ettiğimi iddia ettiğim ilişkiler üzerine düşününce, aslında bütün yumrukları benim yemem gerekmediğini görüyorum. Ortada kötü bir sonuç varsa tek suçlu ben değildim. Nedense son zamanlarda ben bu basit çıkarımı yapamadan hep kendime yüklendim. Ortadaki muhtemel kötü sonucun, hatta benim elimle olan kötü sonucun, karşı tarafın-ikinci faktörünün- yeterince iyi olmadığı, yeterince çabalamadığı hatta en basitinden "doğru kişi" olmadığı ihtimaline bağlı olabileceği gerçeğini yoksaydım. Gereğinden fazla büyütmemek lazımmış geçmişi

Ya ecnebilerin "self-righteous" dedikleri kişi oluyorum, ya da halihazırda benim mutlu eden bir şeye sahip olduğumdan ve bu mutluluğun en az yarısı karşımdaki insana bağlı olduğundan böyle bir "catharsis" yaşıyorum. Bilmiyorum. İlişkilerin iki kişiyle yaşandığını ve ortadaki iyi veya kötü sonuçtan o iki kişinin de sorumlu olduğunu biliyorum.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Yalancı Kar

http://img148.imageshack.us/img148/4361/izmir20175b25d2yi.jpg

İzmir
'de yedinci yılıma girdim. Her yıl, aşağı yukarı aralık ayının ortalarında Bornova'yı kuzeyden çevreleyen dağlardaki kar, sert rüzgarlarla Bornova'ya düşer. Her yıl da mütemadiyen kar heyecanına sahip İzmir yerlileriyle birlikte, ben de heyecanlanırım, sağı solu ararım "Kar yağıyor, gördün mü?" diye. Hadi onları anlıyorum, nadir yağıyor İzmir'e kar, yağınca da birşeye benzemiyor.

Bana gelecek olursak, aynı coşkuyu ben neden yaşıyorum her yıl? İşte onu anlamıyorum. Diyarbakır'da doğup büyümüş, 18 yaşına kadar yaşamış biri olarak, her kış fazlasıyla kar görmüşlüğüm var. Üstelik artık çok da hazzetmemekteyim kardan. Daha önceki yazılarımın birinde de belirttiğim gibi, şu an Nisan TUS'una hazırlanmamın yegane sebebi 3 kış önceki kar yağışıdır. Belki de İtalyanların "A roma fa come i romani" sözüne uyup ben de İzmir'deysem İzmir'liler gibi yaşıyorumdur

Öte yandan son günlerde düşünmeden edemiyorum. O 3 yıl önce kar yağmasa, beni devamsızlıktan bırakmasalar, okulum bir buçuk ay uzamasa, Eylül TUS'una girsem... Bütün denklem değişiyor ve an itibariyle sahip olduğum mutluluk ve huzura sahip olamıyorum. Çok sorgulamamak lazım evreni, herşey olması gerektiği için oluyor...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Yağmurlu Cumartesi



Herşey benim dün, asansörde üstümde kaşe ceketimle pişerken, "Bu ne biçim aralık be, pişiyoruz resmen" diye bağırmamla başladı. 3 saat içinde hava 22 dereceden 11 dereceye indi, gökyüzünde bulut olarak hayatlarını idame ettiren ne kadar su buharı varsa, yeryüzüne inmeye karar verdiler. Bu sırada deneme sınavından çıkıp evine gitmekte olan benim üzerime uğramayı ihmal etmediler. Uzun lafın kısası, dün akşam iliklerime kadar ıslandım. İklimin şakası olmuyormuş...

O zorunluydu da, yağmuru günahı kadar sevmeyen ben, daha brutal bir şekilde yağan yağmurda dışarı çıktım. İki kiloluk botlarımla yürüdüm. Bu paragrafa böyle girince ardından bir dolu yakınma gelecek sanacaksınız, lakin gayet de bilerek ve isteyerek çıktım dışarı, Alsancak'a. İyi ki de çıkmışım. Güzel günler bunlar...

Yukarıda ise, I've just seen a face var.

18 Aralık 2008 Perşembe

Gözlük


Evet, artık October Swimmer şekilde gördüğünüz gözlüğü takıyor. Tusun bana verdiği başka bir hediye de +1,00 Hipermetrop ve 2,00 Astigmatlı bir sağ göz oldu. Hayırlı olsun.

Not: Gözlüğe giden yolda katkısı büyük olan arkadaşa, eğer bu yeni halimden hoşlanmazsam, kendisini de gözlük takmaya zorlayacağımı söylemek isterim:)

16 Aralık 2008 Salı

Top 5: Çocukluğumun En Vurucu Türk Filmleri

Öğleden sonraları tek kanallı televizyonda çıkan, Carouselle ve ardından gelen Türk filmine mecbur büyüyen bir kuşağın içindenim. İlkokulda ya sabahçı, ya da öğlenciydik. Sabahçı olmak demek yukarıdaki yazdığım rutin demekti. Bir de mevsim kışsa illa ki, ikindilerin ajitasyon dolu Türk filmlerine mahkum olacaktı bünye.

Yanlış anlaşılmasın, şikayet etmiyorum, zira şimdinin öğleden sonra programlarındaki saçmalıklar, izdivaçlardansa ben yine de 80 öncesi, şanslıysam 70 öncesi Yeşilçam'a razıyım. Hatta öperim de başıma koyarım.

Belki bu yüzden çocukluğumuzu bitirdiğimiz anda önümüze çıkan grunge akımını çok sevdik biz, belki gizli bir ajanda hazırladı bizi bu filmlerle melankoliyi vücutlarımıza usul usul zerk ederek. O gizli ajanda her ne yapıyorsa şimdiki kuşağı da bahsettiğim saçma programlarla bir şeye hazırlıyor. Ortaya nasıl birşey çıkacağını bilmek bile istemiyorum.

Sözü daha fazla uzatmadan listemize geçmek istiyorum.

5- Şakayla Karışık(1965)
http://img258.imageshack.us/img258/4360/bscap248mj1.jpg
"Bu da mı gol değil, Hakim bey". Türk sinemasının en ünlü karakterlerinden Ofsayt Osman'ın ağzından, yine türk sinemasının en ünlü repliklerinden birini barındırır bu film. Kadro da dolu: Sadri Alışık, Filiz Akın, Ajda Pekkan, Efgan Efekan, Kadir savun... Talihsiz bir adam, Ofsayt Osman'ın hasta ve küçük bir kız için yaptıklarını, oyuna getirilmesini izleriz. Mahkeme sahnesinde içi titremeyecek adam tanımam.

4- Aşk Hikayesi(1971)
http://www.sinematurk.com/images/film/1778.jpg
Hollywood'un ünlü, Love Story'sinin devşirmesi olan bu filmi, Nejat Saydam yönetmiş. Gül(Deniz Gökçer) ve Taner(Salih Güney)'in karşı çıkılan evlilikleri sonrası tam herşey yerine oturmuşken, Bir trafik kazasında kan vermeye gönüllü olan Gül'ün kanser olduğu ortaya çıkar ve o andan itibaren bizim için de eziyet başlar. Deniz Gökçer'in o buruk bakışlarını üzerinden o kadar sene geçmesine rağmen unutmak mümkün değil.

3- Bir Şoförün Gizli defteri(1958)
http://www.turksinemasi.com/images/afis/birsoforungizlidefteri1958.jpg
Eşref Kolçak'ın henüz oturaklı kötü adamları oynamaya başlamadan önceki jön haliyle Çolpan İlhan'ın siyah beyaz ekrandaki kusursuz güzelliğini buluşturan bir film. Yönetmeni Atıf Yılmaz. Bu biraz kategori dışı oluyor, zira filmi ben 1999 yılında izledim. Hala çocuğuz, ama o kastettiğim yaşları geçmişiz. Filme, 17 Ağustos depreminden sonra müzik yayınını kesen ve sürekli siyah beyaz Türk Filmleri yayınlayan, İzmir'in yerel bir müzik kanalında denk gelmiştim. Zaten günlerdir televizyondaki görüntülerden belirli bir hüzün seviyesinde olduğumdan bu filmin beni vurmama ihtimali yoktu. Film sadece bir şoför olan Erol(Kolçak) ile Paşa kızı, sosyete meraklısı Çiler(İlhan), namı diğer Çilek Hanım arasındaki imkansız aşkı anlatıyor. Erol ne kadar sınıf atlasa da, zenginleşse de, aynı oranda düşen, bayağı bir kadın haline gelen Çilek Hanım'a layık olamıyor. Yine de Çilek kendini sistematik bir şekilde mahvederken, Erol hep onu kurtarmaya çalışıyor, hep seviyor...

2- Canım Kardeşim(1973)

Tarık Akan, Halit Akçatepe, Metin Akpınar, Kemal Sunal ve Adile Naşit'i buluşturan filmlerden bir başkası... Ertem Eğilmez, hepimizi kahretmek, boğazımızda düğümler yaratmak amacı güdüyor. Üzüyor bizi hem de çok üzüyor. Kanser olan, bunu öğrenip arkadaşlarına bilye miras bırakan küçük Kahraman'a üzülüyoruz. Ertem Eğilmez hüzün veriyor, lakin ajite etmiyor. Kollarını iki yana açıp "Gitme diyeydim deee" diyen bir babaya rastlamıyoruz mesela filmde. Televizyon hasretiyle yanıp tutuşan küçük, ölen çocuk, kavuştuğunda o kdar mutlu oluyor ki hatta o kadar mutlu ölüyor ki, ölen çocğun yüzündeki o gülümseme, sinema başındaki cefakar izleyiciye teselli ikramiyesi oluyor

1- Yavrum(1970)


Geldik listenin şampiyonuna. Orhan Aksoy'un yönettiği, Ayşecik(Zeynep Değirmencioğlu), Semra Sar, Metin Serezli, Suzan Avcı ve Münir Özkul'un oynadığı bu filmde, Emine'nin, kocasının askere gitmesinden sonra yanında çalıştığı kötü kalpli insanlar tarafından oyuna getirilmesi, çocuğunun elinden alınması ve yıllar sonra çocuğuyla tekrar kavuşmasını izliyoruz. Filmin konusu yeterli olsa dahi, Bu filmi listenin şampiyonu yapan tek bir unsur vardır: "Kara taş". Çocuğunu kaybeden Emine'nin bebeği yerine, kara bir taşı bağrına bastığı sahne, izlediğim filmler arasında gördüğüm, en maksatlı sahnedir. Buradan yönetmene seslenmek istiyorum. "Ayıptır, 9 yaşında bir çocuğa yapılmaz bu kardeşim!!"


Evet, listemiz budur. Siz de, yorumlarınızla kendi can alıcı filmlerinizi paylaşınız efendim.

14 Aralık 2008 Pazar

Güncellemeler 3

http://images.intolondon.com/images/intolondon/transport-maps/london-underground-tube-map.gif

**Hayatımdaki insanları merkezdeki bana göre tabakalara ayırıyorum. Ne kadar acı görünse de en içteki tabakadaki insanlar en değer verdiklerim ve benim için en önemlileri en sondakiler ise genellikle "Merhaba, Naber?" insanları oluyor. Bunun neden mi yazdım? Yıllardır bir sebepten ötürü dış tabakalarda duran birini, sırf bir şekilde hergün görüşmek zorunda kalıyorum diye iç tabakalara alma hatasına bir daha düşmemek için.

**Her gün arabada, gidiş dönüş toplam 20 dakika maruz kaldığım radyo, müzik zevkimi değiştiriyor. Garip şarkılardan zevk alıyorum. Sorun değil, lakin beynimden çıkmıyor, loop'a giriyor bazıları. Mesela "Womanizer". Düşünsenize kafanızın içinde Britney Spears, sürekli, "womanizer ooh womanizer" diyor. Bir de arada kendimi kaybedip yolda mırıldanıyorum, tam felaket. Mesela Beyoncé Knowles'ın aynı isim kulvarındaki kardeşi, Solange Knowles'in sandcastle disco şarkısı geçen hafta sürekli dilimdeydi. "Baby-bbb-Baby don't blow me away" diye geziyorum sağda solda. Allah düşmanıma vermesin!

**¿ sağolsun, yeni bir blog keşfettim. "Flying Dutchman". 7 kişilik bir grup, çoğunlukla futbol hakkında yazıyorlar. Tarafsız, değişik bakış açısı sunan bir yaklaşımları, samimi bir üslupları var. bu da facebook gruplarının adresi. ¿(Deniz) demişken, Ona ve diğerlerine karşı mahçubum. Umarım affederler beni.

**Yeni Coldplay gözdem "Warning sign".

**Barcelona'yı sevmem. Hatta hazır bu konuya girmişken sevmediğim takımları yazayım. İngiltere'den: Manchester United. İspanya'dan Barça, Almanya'dan Bayern München, İtalya'dan Milano'nun takımları, Fransa'dan Lyon ve en son Hollanda'dan PSV.
Barcelona'yı sevmememe rağmen dünkü derbide kazansınlar istedim. Bunu Fenerbahçe'ye yenilen bir Galatasaray'lı olarak mı, yoksa futbolu takdir eden bir izleyici olarak mı istedim bilmiyorum. Bir de yeni öğrendiğimiz "el clasico" tabiri çabuk yordu sanki, ha? Ne dersiniz?

**Sony Acid 7.0 çıkmış. Aslında Sony acid 5.0 kullanan biri olarak, "Sony, acid 5.0 ile bu işe nokta koymamış üstüne 6.0 ve 7.0'ı çıkarmış" demem lazım ama neyse. Güzel yanı bu versiyon, VST ve midi klavye desteği de veriyor. Yani FL studio'yu nefret ederek seçme sebebim olan gitarın audio girişiyle, Midi klavyenin usb girişini entegre etmek için artık sevdiğim Acid'i kullanabileceğim. Heves heves!

**Bart Simpson ne yüce bir çocuktur yahu! Bir gün gelsin bir çayımı içsin. Kendisiyle tanışmayı çok isterim.

Annie Hall

http://www.moviewallpapers.net/images/wallpapers/1977/annie-hall/annie-hall-1-1024.jpg

Utanıyorum! 30 yılı aşkın bir şaheseri daha dün izlediğimden ötürü utanıyorum. Annie Hall, sağdan soldan iyi referanslarla duyulan ve hep "bi ara izlerim" ile geçiştirilen bir filmdi benim için, dün geceye kadar...

Dönem Filmi klişesinden hazzetmem, üstelik bir film çekildiği zamanı anlatıyorsa dönem filmi olmaz, lakin o filmi çekildikten 31 yıl sonra izliyorsanız işler değişir. Annie Hall'u bu açıdan dönem filmi olarak etiketlemekte sakınca yok. Film, bize bir aşk hikayesi sunuyor hatta sinema tarihinin en ünlü çiftlerinden birini yaratmış oluyor, ama bu filme sadece bir romantik komedi olarak bakmak büyük hata olur. Woody Allen,bize aşk dışında, 70'lerin politize, terapistlerini (pardon freudian analistlerini)Bergman ve Fellini'li yabancı filmlere merak salmış, aktivist New York entellektüellerini ve onlara olan garezini de sunuyor. İçinde bulunduğu dönemin ikonlarının bolca kulaklarını çınlatıyor(öz. Bob Dylan). Beverly Hills dünyasına bolca saydırıyor(Hollywood'da günümüzle 30 yıl öncesi arasında bir fark olmadığını görmek ilginç) ve o zaman oldukça popüler olan madde kullanımına da dokunduruyor. Filmdeki çifti basit bir aşk hikayesindense yukarıdaki çerçeve içinde değerlendirmek gerek.
http://g-ecx.images-amazon.com/images/G/01/dvd/Annie-Hall.jpg

Filmi, babannem gibi size başından sonuna kadar anlatma niyetim olmasa da bir iki kelam etmek isterim. Alvy, saflığından ve içtenliğinden etkilendiği, cehaletine rağmen aşık olduğu Annie'yi yukarıdaki bütün nefret ettiği şeylere çevirmeye çalışıyor. İçgüdüleriyle hareket eden fotoğrafçıyı estetik bir perspektif kazanmaya zorluyor. Güzel sesli ancak asla sahne duruşu olmayan özgüvensiz şarkıcıyı büyük kontratlar kovalayan diva olmaya itiyor. Cıvık bir edebi zevki olan taşralı kızı hediye kitaplarla, kurslarla ehlileştirmeye çalışıyor. Kısacası sevdiği Annie'yi, nefret ettiği entellektüeller durumuna getirmeye çalışıyor. Sonunda yarattığı yeni insan, eskiden ona büyük hayranlık besleyen, konuşurken heyecanlanan, "La-di-da" diyen Annie, artık ondan bile daha büyük biri olarak ve en nefret ettiği yere Los Angeles'a yerleşiyor ve "onlardan" biri haline geliyor.

Filmin en vurucu kısmı ise "interaktif" olması. Yani Woody Allen'in, sokaktaki figürasyonu filme dahil etmesi, Flashback'lere dahil olması, masal çizgi filmi adapte etmesi... Ve bunu yaparken eğreti hissi vermemesi.

Filmden alıntıyla bitirmek istiyorum da her replik potansiyel taşıdığından ne yazacağımı bilemiyorum. En iyisi en sondakini vermek:
"I thought of that old joke, y'know, the, this... this guy goes to a psychiatrist and says, "Doc, uh, my brother's crazy; he thinks he's a chicken." And, uh, the doctor says, "Well, why don't you turn him in?" The guy says, "I would, but I need the eggs." Well, I guess that's pretty much now how I feel about relationships; y'know, they're totally irrational, and crazy, and absurd, and... but, uh, I guess we keep goin' through it because, uh, most of us... need the eggs.
"


Not: Farkettiyseniz Hiç Diane Keaton Demedim.

7 Aralık 2008 Pazar

Once

http://www.filmtakip.com/filmres/or/once.jpg

Sadece 130.000 Euro harcayarak, içinde iki müzisyen, aşk, bazen komedi ve en önemlisi harika şarkılar barındıran bir film yapmak, bir sürü festivalden ödülleri toplamak ve bir de Oscar almak. Herhalde ansiklopedilerdeki "Başarı" sözcüğünün karşısına bir de bu eklenirse hiç de absürd durmaz.

Yazan ve yöneten John Carney. Elbette kendi hayatından bir sürü öğe taşımakta film, hatta filmdeki adamın, (Glen Hansard'ın oynadığı karakter "Guy", Marketa Irglova'nınki ise "Girl" olarak refere ediliyor) Lies'ı söylerken izlediği videoda kendi kız arkadaşının görüntülerini kullanmış. Ayrıca bu bağımsız yönetmenin, Glen Hansard'ın İrlanda'yı salladığı grubu, The Frames'in basçısı olduğunu da belirtmekte yarar var.

Film Van morrison'un "and the healing has begun" isimli şarkısıyla başlıyor, sonra iki öldürücü darbe geliyor: Say it to me now ve All the way down. Diğer iki ağır top, Falling slowly, (kendisi 2008 model bir Oscar'a sahiptir) ve When your mind's made up filmin ortalarında kendilerini gösteriyorlar. Bu paragraftan çıkarmanız gereken fikir ise bir an önce filmin soundtrack'ini edinmeniz.

http://www.cameronlawrence.com/images/posts/once-glen-hansard-marketa-irglova.jpg

Biraz da filmdeki ikiliye değinelim. Glen Hansard, İrlanda'nın sevilen figürlerinden biri. Grubu The Frames satış rekorları kırmış zamanında. 13 yaşından beri sokaklarda çalan, ilham kaynakları Leonard Cohen, Bob Dylan ve Van Morrison olan bu adama şans gülmüş ve ünlü bir gruba, kendisi gibi sokak yeteneklerini anlattığı bir televizyon programına ve çocukluk kahramanı Bob Dylan'ın alt grubu olarak turnelere çıkma şansına sahip olmuş. Hatta Bob Dylan'ın ricasıyla I'm not there filmi için "You ain't going nowhere"'i coverlamak da bu saydıklarıma dahil... Tabi şansla olmamış bunlar, Yazdığı sözler ve iyi kullandığı sesinden bahsetmezsek haksızlık yapmış oluruz. Zaten bu İrlanda'nın suyundan mıdır, nedir? Singer-Songwriter özütü var içinde galiba. İçen, gitarıyla içimizi yakmaya başlıyor...
Öte yandan Marketa Irglova, 1988 Çek Cumhuriyeti doğumlu, 8 yaşından beri piyano çalan ve tatil için Çek Cumhuriyeti'nde bulunan Glen Hansard ile tanışmasıyla adeta hayatı değişen bir kız. Önce The Frames'in The Cost albümünde çalışıyorlar, sonra beraber The Swell Season'u çıkarıyorlar ve en son Once filminde beraber görülüyorlar. Sonuç Damien Rice- Lisa Hannigan ayrılığından sonraki boşluğu dolduran-ki daha büyük potansiyele sahipler- mükemmel bir ikili ve çiçeği burnunda bir çift! Glen Hansard, bu konuda "Ona aşık oluyordum, ama bu gerçeği sürekli reddetmeye çalışıyordum çünkü hep 'daha o bir çocuk!' diye düşünüyordum" demiş. Onu da anlamak lazım arada 12 yaş var(Cem ne diyorsun?)

Filmin iki kritik noktası var. Müzik dükkanı ve Veda sahnesi. Müzik dükkanı, o ana kadar Kız'a bir baş belası olarak bakan Adam'ın, ona bakışının değiştiği yer. Değişmesin mi? Gitar çalıyorsunuz, kayıtlar yapıyorsunuz, hayaller kuruyorsunuz ve birden harika piyano çalan, güzel sesli ve sizinle çalmaya hevesli bir kız keşfediyorsunuz. Ne hissedeceğiniz o an Adam'ın bakışlarında güzelce açıklanmış zaten, anlatmaya gerek yok. Veda sahnesi ise ikisinin de birlikte olmak istedikleri kişilerle değil de birlikte olmaları gereken kişilere döndüklerini gördüğümüz yer. Göz yaşı dökmece, abartılı replikler yok. "We'd hanky panky if i come now" var(biliyorum okuyorsun)

Son olarak filmdeki favori karakterim kayıt stüdyosundaki Eamon'dur diyorum.

2005 Yazı

Zaman zaman içindeki şehirlere dair yazılar yazdığım meşhur 2005 yazının gezi planı. Hazırlarken yine kaçasım geldi. TUS'tan sonra vize alabilirsem New York, alamazsam Hırvatistan-Bosna. Az kaldı...

1- 14-07-2005 Çeşme-Sakız Adası(Feribotla)
2- 15-07-2005 Sakız Adası-Atina(Uçakla)
3- 16-07-2005 Atina-Roma(Uçakla) Roma'da 15 günlük dil kursu.
4- 01-08-2005 Roma-Bari(Trenle)
5- 02-08-2005 Bari-Iguimenitsa(Feribotla) ve Iguimenitsa-Ioannina(Otobüsle) Orada bir aylık dahiliye stajı
6- 31-08-2005 Ioannina- Selanik(Otobüsle)
7- 01-09-2005 Selanik-İstanbul(Trenle-Dostluk expresi)

hırsız var


Pek muhterem Hürriyet gazetesi, Issız Adam'la ilgili yazdığım yazıyı ve sonunda linkini verdiğim sözlükten plavalaguna'ya ait entry'i almış, kaynak göstermeden, İnternette Büyük tartışma Issız Adam'ın hangi sahnesi hangi filmden adlı bir haber yapmış.

En azından bir kaynak gösterselermiş daha iyi olurmuş, izin falan almalarını zaten beklemiyorum. Neyse en azından bir iki cümle değiştirmişler,refere ettiğim filmlerin Türkçe isimlerini de yazmışlar bir de beyazperde tutkunu falan demişler benim için, sağolsunlar.

2 Aralık 2008 Salı

Phase 4 olmanın dayanılmaz...


News feedimde gördüm hemen paylaşmak istedim. Video+tek bir cümle... Tam bir ¿ post'u oldu ama ne yapalım, lazım arada...

Edit: Bu arada bu video'nun geldiği yerde niceleri var ve en az bunun kadar güzeller.Annesi İsveçli, babası Türk olan Lev(ni) Yılmaz tarafından yazılmış çizilmiş ve seslendirilmişler

1 Aralık 2008 Pazartesi

Fever











Altay-Gaziantep B.Ş.B 30-11-2008