27 Ekim 2010 Çarşamba

The moment's gone


Hayatta "ikinci kez" diye bir şey yoktur, ikinci şans da yoktur, telafiler de... Hayatın o "course correcting" mekanizması da yalandır. Anlar benzersizdir, bir kere geçen bir daha düzeltilemez, geri getirilemez, telafi edilemez.

O sana bakarken, ona bakmayı kaçırdıysan, o anı da kaçırmışsındır. Otobüsün peşinden ne kadar koşarsan koş, ne o otobüsü durdurabilir, ne de o anı geri getirebilirsin.

Beraber çok güzel bir gece geçirmiş olabilirsiniz, o gecenin sonunda sadece beraber uyuduysanız, ya da sokağın ucunda sessizce bir an geçirip evlerinize dağıldıysanız, o gece olması gerekenleri başka bir gecede bulmaya çalışmak, ikiniz için de zorlamadan öteye gidemez. O gece yaşanması gerekenleri başka bir gece yaşasanız dahi, o gece vereceği tadı asla veremez. Aklınızda hep "acaba o gece yaşansaydı nasıl olurdu" sorusu kalacaktır, kalmaya mahkumdur da.

O yüzden insanlar, pişmanlıkları sonrası, "o anı" kafalarında tekrar tekrar yaşarlar, türlü senaryolar ve olasılıklar kurup her birinin nasıl sonuçlanabileceğini düşünürler. Hepimizin aklında telafi veya düzeltme sözcükleri dönse de, nasıl telafi edebileceğimizi, nasıl düzeteceğimizi düşünmeyiz. İçten içe biliriz, telafi diye bir şeyin olmadığını, hiç bir şeyin düzeltilemeyeceğini, çünkü anlar, dağılınca kolayca tekrar bir araya getirebileceğimiz legolar gibi değillerdir. Anlar kırılgandır ve parçaları hep kaybolur.

O yüzden anlamsız çabalara girme sevgili okur. Art Company de aynısını söylüyor: "The moment's gone, the feeling's over" Orijinal anın kopyasını yaratmaya da çalışma, bu seni üzer.



24 Ekim 2010 Pazar

Güncellemeler 17: Tünelin sonundaki ışık

http://www.galeon.com/allmusic/caratulas/k/Ks_Choice_-_Almost_Happy_-_front.jpg

**Çalışmaya başlayalı 18 ay, ihtisasa başlayalı 15 ay oldu ve hala ne yazık ki kliniğin en çömez asistanıyım. Tus da ertelendiğine göre en iyi ihtimal mart ayında yeni bir çömez gelecek. Böylece kbb kliniklerinin en uzun süre çömezlik rekorunu da kırmış olacağım. Yeni gelen elemanın yetişmesi, acil rotasyonuna gidip gelmesi de 3 ayı bulacağından iş yükümde belirgin azalma iki yılımı doldurana kadar olmayacak gibi görünüyor. Böyle de bahtlıyım.

**İşimle ilgili açtırırsanız, bir sürü şey söylerim ama pazartesi sendromlarım dışında hayatımdan memnunum. Sanırım benim problemim çalışmanın kendisiyle. Bir gün yüklü bir para çıkarsa piyangodan, hayatım boyunca yatarım sanırım.

**İnsanlar çılgnlar gibi bayram tatili planları yaparken ben bayram tatilinin ortasındaki üç gün nöbetçi olacağımdan bir yere kıpırdayamıyorum. Halbuki Diyarbakır ziyareti vardı aklımda, yine nostalji yaşamaya başlamıştım zira. Olsun bu çarşamba, pazara kadar Antalya'da kongrede olacağım. En azından bir değişiklik olacak benim için, hem ilk kongrem, bakalım nasıl olacak

**Dün, sevgili arkadaşım Arda gitarımın telini kırdığından Pazartesi ya da Salı, Çankayada Onur pasajındaki atölyeye uğrayacağım. Manyetiklerinde temassızlık olan elektro gitarımı da tamir ettririm diye düşünüyorum, bir kaç kablo alırım, hatta akustik gitarımı götürmüşken jack girişi bile yaptırabilirim. Böyle saçma aksiyonların kelebek etkisi yaratacağına inanan bir saflıkta olduğumdan belki, bu olayın bana daha çok gitarla uğraşma ve belki daha çok kayıt olarak dönme ihtimalini seviyorum.

**İlişkilerde mutlu olmanın formülünü çözdüm. Onlardan uzak durmak. Bu konuda yazdığım yazıda ortaya koyduğum sorunu, en primitif haliyle çözüme kavuşturdum sanırım. İlişkilerden uzak duruyorum, ihtimal ortaya çıktığında çeşitli bahanelerle pasifize ediyorum. Mutlu muyum hayır, ama memnunum sanırım. En azından artık ortaya bir birinin kopyası sonuçlar çıkmıyor. Bir de artık en azından kendime karşı daha dürüstüm, bunun memnunluğunu da yaşıyorum.

**Six feet under'a başladım, bir kez daha HBO'yu takdir ettim. Adamların ürettikleri her şey güzel. Ama üzülerek belirtiyorum, nerede David Fisher, nerede Dexter Morgan.

**Ciddi ciddi kış geldi ve ben ağustosta öngördüğüm gibi evimden çıkmıyorum. Dizilerimle ve playstationumla en mutlu insan benim. Gerçi iki yıldır sürekli ertelediğim piyanoya başlama, olmadı gitara devam planları olsa dışarı çıkmak zevk olacak ama kendimi de hobi için zorlayacak değilim. İçimden gelmeli. Dur bakalım belki şu gitarın telini değiştirmeye gidince bir ilham gelir, olmadı bu kış desem için dışarı çıkarım, belki de arada alsancak... Ama yok lan almanlık daha güzel(bir yerde cıvımalıydım ama değil mi)

20 Ekim 2010 Çarşamba

There is a light that never goes out

http://files.myopera.com/E.%20Driver/albums/34898/77675.jpg

Bir insanı, yanında ölmeyi, cennetlik, ayrıcalık ve keyif olarak tanımlayacak kadar seviyor olmak nasıl bir duygu acaba? İnsan hep sahip olmadığına özeniyor, hatta benim durumumda ise daha acıklısı, sahip olamayacağına...

Böyle "yüklü" şarkılar dinlediğim her seferinde, o şarkıların hikayelerine özeniyorum. Kendi hayatımdan küçük fragmanlarla örtüştürmeye çalışıyorum(olmuyor). Olamadığım adamın şarkılarını seviyorum hep. İşin ilginç yanı ne olduğumu da biliyorum, hangi şarkıların kahramanı olabileceğimi de, yine de dediğim gibi, kahramanı olamadıklarım içimi titretenler oluyor.

Sevgili okur, sana karşı hep samimi oldum. Şimdi de aynı çizgiden ilerleyeyim ve sana hangi şarkıların kahramanı olabilecekken, hangi kahramanı olamayacaklarıma, aşık olduğumu anlatayım.

Jeff Buckley'in "The Last Goodbye"'ı benim ikili ilişkilerimin ufak bir özetiyken, beni vuran şarkısının "Lover, You Should've Come Over" olması; Damien Rice'ın "Volcano"'su hayatımın özetiyken(onu da severim bilirsin), Accidental Babies'in bana uzak olan tutkusunun favorim olması; Coldplay'den "Swallowed in the sea" bana daha uygunken, kalbimi "Yellow"'a kaptırmam; Glen Hansard'dan "When Your Minds Made up" bana yöneltilmişken, "Falling Slowly"'e yavaşça aşık olmam; Bob Dylan'ın "It ain't me" benim neleri olamayacağımı kusursuzca anlatırken, "If you see her, say hello" vefasını yaşamam; Leonard Cohen'den "I'm your man" benim olabileceklerimken, "Dance me to the end of love"'un, üstelik dans edemem bile, beni heyecanlandırması ve sonsuza kadar uzamadan The Beatles'in "Nowhere Man"'iyken, "All my loving" saflığını hissetmek istemem size fazlasıyla bir fikir verir herhalde

Nedense, genel populasyonun aksine, "tam anlamıyla beni anlatıyor" heyecanını yaratan şarkılardansa, beni anlatmayan şarkılara aşık oluyorum, belki olmak istediklerimin toplamına özeniyorumdur, bilinmez

15 Ekim 2010 Cuma

Omar Little üzerinden The Wire

http://www.yorkvision.co.uk/wp-content/uploads/2010/05/omar-little-the-wire.jpg

İddialı gireyim: "The wire kesinlikle televizyon tarihinin en iyi dizisidir"

Sporun her dalında bazı adamlar vardır, kariyerleri boyunca istikrar abidesi olurlar, istatistik olarak tavan yaparlar, yine de yıldız olamazlar. Sebep bazen çok derindir, kültürel, ırksal uzantıları vardır. Bazen ise aşırı yüzeyeldir, en basitinden o adamlarda yıldız materyali yoktur deyip geçebilirsiniz. Sonuçta o adamlar, hakkını vererek oynarlar ve zamanları gelince herkes gibi köşelerine çekilip unutulurlar. Bazıları yıllar sonra bu adamları keşfeder ve takdir eder, ama çoğu için asla varolmamışlardır bile.

The Wire da dizi aleminin "underdog"u, kendi kendine başlayıp kendi kendine bitmiş şaheseri. Benim takıntı haline getirdiğim "döngüler"in hayat bulmuş hali.

Neden bilinmez ama 2008'de biten ve aynı zamanda Barack "Yes We Can" Obama'nın da favorisi olan bu dizi, içerdiği sağlam hikayesi, mükemmel seçilmiş mekanı ve özenilmiş casting'ine ek olarak, ki bence en önemlisi, şimdiye kadar gördüğüm en iyi karakter çözümlemerini içermesine rağmen bunca yıl nasıl gözüm(üz)den kaçmış, anlamak güç.

Dizinin genel konsept olarak Afrikan-Amerikan bir şehirde geçen bir Afrikan-Amerikan dizisi olması, Amerika'da çok yüksek ilgiye maruz kalmamasını açıklayabilir, sonuçta Bill Cosby show değil bu oynayan. Tamam, entegrasyon, fırsat eşitliği bir yere kadar da WASP Amerikan insanının da tahammül sınırları var.

Bir de elbette, bu yazının amacı, Omar Little var. Yara izi, Trençkotu, Büyük tüfeği, Farmer in the Dell ıslığıyla, "Oyun"un içinde olmayanlara asla zarar vermediği düsturuyla, Newport sigarası, Honey nut cheerios'uyla, cinsel tercihiyle Baltimore'un çarpık Robin Hood'u olan bu adamın, popüler kültürün en ilginç karakterlerinden olduğu kesindir. Başlı başına "Anti-kahraman" tanımını doldurabilen; siyahi ve gay olmasıyla azınlıkların azınlığı, hitap ettiği toplumda nefret edilenlerin nefret edileni olmasına rağmen, yine aynı hedef kitlenin favori karakteri olmuştur. Bu bile o karakterin ve onun içini dolduran Michael K. Williams'ın ne kadar güçlü olduğunu göstermeye yetiyor.

Dizi ve Omar hakkında spoiler vermeden daha fazla uzatmayacağım, deneyin göreceksiniz. Ya o çok seven, ya da nefret eden gruptan olacaksınız. Severseniz gelin bir çayımı için, birbirimize Omar'dan bahsedelim.

"It's in the game, yo"