28 Kasım 2008 Cuma

Golden Retriever olabilmek

http://img1.blogcu.com/images/p/a/t/patiler450/1113563444golden_retriever_49.jpg

Geçen gün Yiğit'in evinin önünden geçerken, apartmanın köpeği Lady yine sahibinin gözünün içine bakıp yerlerde debeleniyordu. Oynayacak biri, yemek ve su... Hayat sana güzel be Lady!

Ben

http://www.marmaray.com/images/tech_bored_crosstracks.jpg
Sıkıldım. Hayatımın yarısının, literal anlamda yarısının kütüphanede geçmesinden sıkıldım. Belirsizlikten sıkıldım. Sabah 9-akşam 9 arasındaki 12 saatte o pembe çuhayla kaplı sandalyelerde otururken kaçırdığım şeylerden sıkıldım. Kütüphaneden çıkarken, "yarın yine aynı saatte" diye düşünmekten sıkıldım. Nisan ayında nerede olacağımı bilmemenin huzursuzluğundan sıkıldım. 25 yaşında, ÖSS çocuğu gibi, sınavdan bir gün sonrasını hayal etmekten sıkıldım, üstelik bu hayalin getirdiği, kötü senaryo ihtimallerinin yarattığı anksiyeteden sıkıldım. Çevremdeki insanların beni dahil etmeye çalıştığı planlara dahil olamamaktan sıkıldım. İnsanlara "gelemiyorum, lütfen beni anlayın" demekten sıkıldım. Arada dışarı çıkıp bu planlara dahil olunca, diğerlerine haksızlık ediyormuşum hissinden sıkıldım. Beni arkadaşlarım arasında seçim yapıyormuş pozisyonuna sokan sitemlerden sıkıldım. İstediklerimi yapamamaktan sıkıldım. Öğrenciliğin bitmesinden sıkıldım. "Aa doktor mu? Ne doktorusun?" sorusundan sıkıldım. Vakit kaybı olmasın diye günde iki defa yediğim yemekhane yemeğinden sıkıldım.

Eve geldiğinde uyumam gereken saatin yaklaşmasının getirdiği huzursuzluktan sıkıldım. Evde uyumak dışında sadece 4 saat geçirmekten sıkıldım. Bu 4 saatin çoğunu facebook "Home" ve Sözlük "Bugün" butonu arasında geçirmekten sıkıldım. Hayatımda birşeylerin eksik olmasından ve bir türlü neyin eksik olduğunu bulamamaktan sıkıldım. Ergenlerin güncem.com yazıları gibi bir post yazmaktan sıkıldım. Bu kadar çok sıkılmaktan sıkıldım...

26 Kasım 2008 Çarşamba

Yapma güzel kardeşim

http://img.sabah.com.tr/2008/10/09/gny/im/503C192B3908D447AFDADC6Cr.jpg

"Seyircisine adanmıştır." cümlesi, filme ilgili tek doğru şeydi. Gerçekten seyircisine yönelik bir film Issız Adam. Sinemaya, sansasyon yaratan bir film olduğunda giden, verdiği para ve vaktin karşılığını ya çok gülerek, ya hüngür hüngür ağlayarak ya da bir sürü efektle, ama illa ki somut bir atraksiyonla almak isteyen seyirciye yönelik; hayatlarında, kendilerine ait "adalar" oluşturma heveslisi, ya da bunu "başaran" plaza insanlarına yönelik bir film.

Şimdi, biraz da yönetmenin gözleriyle bakalım olaya. Düşünün, Çağan Irmak'sınız. Yapımlarınızla bir yer edinmişsiniz, büyük çabaya gerek yok. Formülünüz ise önceden test edilip hazırlanmış.

1- Mutlaka eskiye yönelik atıflarda bulunulacak. Plaklar, sağ-sol kavgaları, çizgi romanlar...
2- Bireysel yaşama yeni adapte edilen bizlerin hala bir kapanış sağlayamadığı ve yetiştirilme kültürümüz olan sağlam aile bağlarının terk edilmesine vicdani bir atıfta bulunulacak.
3- Ajitasyon şart. Mutlaka gözler yaşartılacak.

E elinizde bu formül var. Şimdiye kadar nelerden bahsettik? Baba ve oğul ilişkileri, Aldatılan bir Mustafa, 80 olayları... Hmm biraz da aşktan bahsetmek lazım, ama öyle bir yapmalı ki, riske girmemeli, üstteki formülü alıp buna uyan, kenarda köşede kalmış ve "seyircisi"'nin es geçtiği filmlerden parçalar almalı ki fazla çaba sarfetmeden "seyircisi"'ne filmi beğendirelim.

Film arasında muhabbeti geçti. Onur, "bu adam Tarantino'nun, Death proof'ta yaptığı gibi, sevdiği bütün filmlere gönderme mi yapıyor" dedi. Aslında böyle bir çabaya girişse daha özgün bir film olurmuş. Bu haliyle Klişeler Kolajından öteye gidemiyor. Will karakterine göz kırpan Alper'le About a Boy, Plaj sahnesiyle Le temps qui reste, Sevgilisinin yatağına uzanan Ada'yla los amantes del circulo polar... Hiç çaba sarfetmeden sıcağı sıcağına bu örnekleri vermek mümkün. Bir daha izlersem daha neler neler bulacağımı da biliyorum, çünkü öyle bir his yaratıyor ki film, izlerken hiç birşey yeni gelmiyor, hiç birşeye şaşıramıyorsunuz, çünkü hepsini daha evvel gördünüz!

" Bu kadar çok yiyerek, nasıl bu kadar zayıf(!) kalabiliyorsun" alıntısıyla, hiç karaktermiş konuymuş girmeden bitiriyorum.

Not: Bir de toka vardı değil mi? Ah tüfeğini sevdiğim Çehov, ne diye o lafı ettin ki...

Not 2:Yalnız değilmişim

25 Kasım 2008 Salı

Değişiklik.

Artık yazılarda, kişileri refere ederken başharfler yerine tam isimlerini kullanmaya karar verdim. Hem yazılarda geçen kahramanlar için sorun değilmiş, hem de ardarda gossip girl esprilerine maruz kalmak güzel değilmiş. Hatta sözlükvari bir post yayınlayıp, şimdiye kadar ismi geçenleri ifşa edecektim ama o kadar fevri olmaya gerek yok
XOXO

23 Kasım 2008 Pazar

Yanıyor mu Yeşil Köşk'ün lambaları?

http://img516.imageshack.us/img516/4002/bornovayargici101tj8.jpg

Yukarıda gördüğünüz güzel mekan, artık Ege Üniversitesi öğrencilerine servis vermeme kararı almış. Artık sadece öğretim üyelerine hizmet vereceklermiş. Aferin.

İlgili mekan hakkında bilgisi olmayan seyircilerimiz için, hemen ege.edu.tr'den alıntımızı yapıyoruz: "1882 yılında kurulan ve eskiden "Pandispanya Köşkü" adı ile anılan Yeşil Köşk, ilk onarımını 1986 yılında geçirmiş ve uzunca bir süre üniversitemize gelen üst düzeyde konuklara misafirhane olarak hizmet vermiştir.1993 ve 1995 yıllarında iki kez restore edilerek, çevre düzenlemesi yapılan Köşk, üniversite çalışanlarının dinlenebilecekleri ve hoşça vakit geçirebilecekleri bir akademik klüp haline dönüştürülmüştür.Yeşil Köşk nostaljik bir atmosferdeki her türlü konfora sahip binası ve özellikle yaz aylarında çim ve çiçeklerle düzenlenmiş bahçesiyle doğal bir görünüm arz etmekte ve binada aynı anda 100 kişiye hizmet verebilmektedir."

Kampüsün en ulaşılabilir yerinde, temiz ve kaliteli yemek servisi veriyor, üstelik piyasanın altında fiyatlar uyguluyorlar. Şaşırmamak lazım, bunun öğrencilere müstehak görülmemesine. Benden geçti artık, zaten sürekli gittiğimiz bir zaman dışında öyle müptelası da değildim eskiden de, ama yine de özel bir yerdi Yeşil Köşk. Kışın, ikinci katında, ne yazık ki sigara içilen kısmında(Arkadaşlar...) yemek-tatlı-kahve üçlüsü, yazın bahçesinde sıcak öğleden sonraları bira+patates kızartması... Güzeldi.

Önce, geçen yıl, bahçede sadece öğretim üyelerine özel bir bölüm oluşturdular, şimdi de öğrencilere tamamen kapattılar. Üniversite, hocalarla daha yakın olma, resmiyetin
azalıp, bilgi alışverişinin artması, Lisedeki ulaşılmaz öğretmenle ezik öğrenci ikilisinin aşılması, bunlar yalan şeylermiş. Devam edin, Bir sonraki adımınız kampüse öğrencileri sokmamak olsun. O zaman orada oluş sebebinizi unutan sizler tam rahat edersiniz

18 Kasım 2008 Salı

Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Football


Evet, endişelenmeyi bıraktım ve futbolu sevdim! Dünden sonra bugün bir daha yolum Alsancak Stadına düştü. Bu kez Karşıyaka-Diyarbakırspor maçını izlemeye gittik A. ve Ö. ile. Her yanıyla ilginç bir geceydi çünkü A. ile iki Diyarbakırlı olarak Karşıyaka kapalı tribünlerindeydik.

Maçtan önce Diyarbakır tribününde izlemek gibi planlarımız vardı ama kader ve Karşıyaka tribünlerinde olursak daha güvende oluruz(!) düşüncesiyle kendimizi kapalı tribünde bulduk. Çok da isabetli olmuş, zira bir aydır İzmir'e yağmayı reddeden yağmur geri dönüşü için bu geceyi seçtiğinden 2 saatlik bir duştan kurtulmuş olduk. Bunun yanında ödediğimiz bedel ise, Diyarbakır'ın 1-0 kazandığı maçta attığımız gole sevinememek, hatta adaptasyonu abartıp Karşıyaka'nın kaçırdığı penaltıya ve pozisyonlarına üzülüyor gibi yapmak ve Karşıyaka tezahüratlarına katılmak oldu. Bununla yaşayabilirdik. Gecenin bombası ise, benim ikinci yarıdaki Diyarbakır kontratağını gol sanıp üzülme numarası yapmam ve çevredekilerin bana anlamsız bakışları oldu.

Oradaydık ve korkuyorduk.

Her ne kadar rakip tribün de olsa, ben Karşıyaka seyircisini çok sevdim. Küfür yoktu, elbette bireysel tepkiler vardı, en önemlisi Diyarbakırspor'un her deplasman maçının birinci dakikasından itibaren başlayan bir klasik, "pkk dışarı" tezahüratı yoktu. Hatta maç öncesi Diyarbakırspor'u tribünlere çağırıp alkışladılar bile. Gerçekten sevindirici...

Karşıyaka güzel oynamadı, seyirci desteği muazzamdı ama dürüstçe söylemek gerekirse bu futbolla, bu sene de süper lige çıkmak hayal gibi görünüyor şimdilik. Bir de maçın başında yenilen golün etkisindeki tribünlerde "five stages of grief"i görmek mümkündü. Başta oldukça agresif tepki veren taraftar son dakikalarda "Adamlar haketti, bizim takımda ruh yok" yorumlarına döndüler.

Güzel bir akşam oldu, tek parça halinde eve dönmek, maç çıkışı uzun süredir özlenen nargileye kavuşmak... Bunlar güzel şeyler

16 Kasım 2008 Pazar

İki günlük doğumgünü



Evet bugün itibariyle 24 yaşını doldurmanın haklı gururunu yaşıyorum, gerçi neden gururlu olduğumu bilmiyorum, ama cümleye böyle başladım, değiştirmeden gururu yaşamaya devam edeyim...

Her yıl ben de herkes gibi tek günlük bir doğum günü yaşardım, hatta bazı yıllar kimi zaman ben, kimi zaman çevremdekiler unuttular doğumgünlerimi(acı bir çocukluk yaşadım ben:( ) o zamanlar o günü dahi yaşamadım. Bu yıl iki gün kutlandı doğum günüm yurt çapında, dış temsilciliklerde ve tabii ki facebook wall'ında. Bu kadar giriş yaptıktan sonra ve hatta oldukça cıvık bir üslubum olduğunun farkına vardıktan sonra devam edeyim ve neden iki gün olduğunu anlatayım.

Her şey dün sabah, hafızasıyla ilgili problemleri olan kadim dostum Y.'de bir yandan uyanmaya çalışırken, bir yandan da baş ve mide ağrısını Discovery Channel'deki dirty jobs'la tedavi etmeye çalışırken, Y.'nin odaya "iyi ki doğdun" nidaları ve elinde bir pastayla girmesiyle başladı. İki yıldır 4 kişilik çekirdek grubumuzda birbirimizin doğumgünlerini sürprizlerle kutlamaya alışmıştık, lakin doğum gününü bir gün önceden kutlamak gibi bir sürpriz sanırım kimsenin aklına gelmezdi:) Hafızasının ona oynadığı bu oyunu bozuntuya vermiyorum, teşekkür ediyorum ve Well played küçümey! diyorum. Çok da mutlu oldum. Böğürtlenli pastayla kahvaltı gibisi yokmuş ayrıca.

Dünkü atraksiyon tabii ki bitmeyecekti. Sözlük zirvelerinin işlevini hep sorgulardım, ama dün akşam anladım ki, zamanın yoksa ve sürekli görüşemediğin insanları görmek istiyorsan zirveler güzel şeylermiş. Yani böyle bir organizasyon olmasa bu zaman darlığında statler, x factor(y), spark, 24th fret, gregory rasputin ve butcher x'i bir arada görmek mümkün olmayacak. iyi oldu gitmek. Gittik de zirveyle yetinemedik, 24th fret karşim'in içindeki gençlik ateşinden dolayı...

Gecenin başından beri karaoke'ye gidelim diye tutturmuştu. Hani başta kimse de pek ciddiye almıyordu. Benim de saat 24 gibi eve gidip uyuma planlarım vardı ama her ne hikmetse bir şekilde kendimizi Sui's bar'da bulduk. İyi de yapmışız, iki üç yıldan beri eve sabah saat 4 buçuktan beri dönmemiştim. Pek bir eğlendik bağıra bağıra don't let me down söylerken. Yine de gecenin yıldızı özellikle creep(!) ile genç kızların gönlünü fetheden fret'tir bunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Neyse 24. yaşımı doldurup, 25'ime girdiğim yer de Sui's bardır tarihin sayfalarına böylece yazmış olduk. Doğumgünü kutlamaları bitmiyordu...

Sabah nihayet eve dönen annemleri havaalanından aldıktan sonra, sözlük ve okul arkadaşlarım ve onların arkadaşlarından oluşan hibrid bir grupla Altay-Samsunspor maçına gittik. Altay 2-1 yenildi, ortada futbol yoktu, ama ben çok keyif aldım stad atmosferinden. 6 yıl önce gittiğim Diyarbakırspor-Gençlerbirliği maçından sonra canlı izlediğim ikinci maç oldu. İzmir'e geldiğimden beri hep Altay'a karşı sempati beslerdim. Bu maç da, benim bu şehirde tuttuğum takımı Altay olarak tescillemiş oldu! Halihazırda bütün iç saha maçlarına giden bir grup olduğundan zamanım oldukça o gruba dahil olmaya karar verdim.


Maç sonrası bir kahve içmek üzere sözleştiğim rockstar fret, B. ve S. ile Kahve Diyarı'nda buluştuk. Orada da doğum günümün ikinci sürpriz pastasını yedim. Garsonların alkışları eşliğinde bir dilim Avusturya pastası üzerine yerleştirilmiş mumu söndürdüm. Bulgar kahin Babavanga'yı, Paul is dead geyiğini ve Kahve dünyası-Kahve diyarı dönüşümünün köklerine inen(ben kazandım!!) sohbet güzeldi. Kahve de işe yaradı ve bu iki günlük doğum günü serüvenini 50 sayfa pediatri'yle bitirmemi sağladı.

Bu cıvık yazıma ünlü bir düşünürün sözü olan "benim hayatım da bu kadar işte." sözleriyle son verirken, bütün arkadaşlarıma "iyi ki varsınız" diyorum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Top 5: Across the Universe şarkıları

http://www.onethingiknow.net/wp-content/uploads/2007/10/poster-across-the-universe-thumb.jpg

Across the Universe, 2007 yapımı, The Beatles şarkılarından isimlerini alan karakterlerin seslendirdikleri The Beatles şarkılarıyla, bir dönemin Amerika'sına, Wietnam savaşına, 60'lardaki değişime değinen bir Julie Taymor filmi. Film arada görünen Bono ve Salma Hayek dışında ünlü barındırmıyor, iyi de yapıyor. Hatta Bono'yu da barındırmasaymış da olurmuş denebilir(evet, ben diyorum)

Bu film boş konuşup, erken karar verip, sonra söylediklerimi fazlasıyla geri almamı sağladı. E bir yazıyı da fazlasıyla hak ediyor. Filmi The Beatles'in müziğine hakim olmadan izlerseniz, doğal olarak "abartılıyor" diye düşünmeniz mümkün, dediğim gibi hakim olmanız gerekiyor, aşinalık yetmiyor. İşte ben de elimdeki aşinalıkla dalıp, beğenmeyip, sonra yoğun bir The Beatles terapisi geçirip aşık oldum bu filme. İlk izleyişte beğenmediyseniz, mutlaka ama mutlaka bir şans daha verin, pişman olmayacaksınız.

Gelelim şimdiki Top 5 listemize. Bu top 5 de, diğerleri gibi, sadece benim seçimim. Bunu bir daha belirteyim. Çünkü belki filmi izleyip, bu yazıyı okuyanların beklediği şarkılar olmayacak listenin içinde. Yasal uyarımızı da yaptık, e hadi başlayalım o zaman.

5- Hold me tight

Film'in açılış şarkısı bize esas oğlan Jude ile kızımız Lucy'i tanıtıyor. Daha ilk dakikalardan anlıyoruz ki bu ikilinin aşkı filmimizin asıl teması olacak. Bu şarkının bu listeye girebilmesinin tek sebebi Evan Rachel Wood'dur. Filmde yorumladığı bütün şarkılar arasında sesini en güzel belli eden, ona en çok uyan şarkı bu olmuş. Hatta orijinalinden daha çok sevdirmiştir neredeyse. Bu arada hazır ismi geçmişken, bu naif haline bakıp aldanan ve içi eriyen arkadaşlar varsa, onlara hayal kurmadan önce, söz konusu şahsın Marilyn Manson ile beraber olduğunu söylemek isterim. Evet, kırılgan prenses imajını yıktım, üzgünüm. Ama bunu bilmeniz gerekiyordu.

4- Revolution

Jude'un, aktivist arkadaşların bürosunu basıp, önce Lucy'e, sonra elebaşı Paco'ya verdiği vaazı çıkardığı kavgayı gösteren şarkı. Lucy'nin bir önceki sahnede söylediği "belki bombalar burada patlamaya başlarsa, o zaman insanlar sesimizi duymaya başlar" lafına "When you talk about destruction, Don't you know that you can count me out" ile, duvara boyanmış Mao resmine ise, "But if you go carrying pictures of chairman Mao, You ain't going to make it with anyone anyhow" ile verdiği cevap ve en sonunda oradan atılırkenki sinirli "alright!" nidaları ile filme mükemmel uyan bir şarkı olmuş
http://breakthruradio.files.wordpress.com/2007/09/across-the-universe-luther-fuchs.JPG
3- Oh Darling!

Sadie ve Jo-Jo'nun fırtınalı aşklarının, Sadie'nin Jo-Jo'yu barındıramayacak yükselişinin sahneye yansıması... Bir çiftin kavgası ancak bu kadar güzel gösterilebilir diyorum ve bu şarkıyı da üç numaraya koyuyorum.

P.S. Dana Fuchs, iyisin hoşsun da şarkı söylerken o dudaklarının aldığı hal, o yarım gülümseme... Neyse bir şey demiyorum.

2- All My loving

"And then while I'm away, i'll write home everyday". Tutamayacağın sözler vermemek lazım. Oysa ki, Amerika'ya giderken sevgilisinin gönlünü bu şarkıyla alan Jude, Liverpool'a döndüğünde bu sözün altında hiç ezilmişe benzemiyor. Aklı fikri hala Lucy'de... Hold me tight'ı listeye sokan Evan Rachel Wood'un yorumuysa bunu da listeye sokan Jim Sturgess'in yorumudur. Zaten sevdiğim bu parçanın iyi kotarıldığını, hatta çok güzel yorumlandığını görmek bu parçanın iki numaraya konmasına yetiyor.
http://media.movieweb.com/galleries/3773/2864/hi/05.jpg
1- All You Need is Love

Bu şarkıyı bir numaraya koymamak filme büyük haksızlık olurdu. Enstrümansız çıplak kalmayan başlangıcı, sonra grubun dahil olmasıyla güzel bir düet halini alması ve karşı çatıdaki gözü yaşlı Lucy ile daha iyi bir bitiş düşünülemezdi. Filmin zirve noktası ve ne yazık ki sonu olan bu parça da kişisel bir numaramdır!


Bir iki sonsöz söyleyip kapatalım. Prudence karakteri beni aşırı gerdi, I want to hold your hand başarısızdı. Bono ve I am walrus talihsiz bir ikili olmuşlar, credits kısmında geçen Lucy in the sky with diamonds'u bir yere sıkıştırsalardı keşke, kesinlikle daha başarılıydı. Benefit of Mr. K ile yaptıkları atraksiyon filmi uzatmaktan başka bir işe yaramamış. Strawberry fields forever ve Across the Universe de bu listeye girebilirlerdi, girmeliydiler; lakin ikisi de dahil edildikleri sembolizmin ve fazlasıyla politize edilmelerinin kurbanı oldular benim nazarımda. Elbette "Biz böyle sevdik" diyen olursa saygı duyarım ama Helter Skelter ile karıştırıp iki şarkıyı da söndürdüklerini inkar etmemek lazım. 6 ve 7 numaraya koyuyorum ikisini ve bu yazıyı bitiriyorum.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Güncellemeler 2



**"Evde tek başına" olmak eskiden olduğu kadar keyifli değil artık. 635720 saat kütüphanede durduktan sonra eve gelince insan konuşacak birilerini arıyor. Geçen yıl kedi vardı, konuşmasa da dinliyormuş gibi yapıyordu, arada gelip ayaklarıma saldırıyordu... Şimdi o da yok.

**Sakallarımın uzunluğunun motivasyonuma ters orantıyla etkidiğinin farkına vardım. Aynada boşvermiş bir insan yüzü görünce yapmam gerekenleri sallıyorum. Bugün traş oldum ve kendime geldim. Bundan sonra birkaç günde bir traş olmak lazım. Disiplin önemli.

**TUS için tekrar yapıyor olmak güzel, lakin ilk okumada sinir bozan dersler ikinci okumada şirinleşmiyormuş, bunu anladım. Aynı çirkinlikleriyle yaşam enerjimi çekmeye devam ediyorlar. İşte sanırım "kopma" tehlikesi en çok bu dersleri çalışırken oluyor. Tehlikenin farkındayım.

**Bugün, uzun bir aradan sonra tekrar gitar çalmaya heveslendim, fazlasıyla ilham geldi. Dün C. ile "Grup kuralım" temalı bir konuşma yaptık belki onun etkisindendir, ama sanırım evren benimle aynı fikirde değildi. Akustik gitarın teli, sonrasında elime aldığım elektro gitarın ise kablosu koptu. Elektro gitarın en unplugged haliyle, sinek vızıltısını andıran sesiyle Hey jude çalmaya çalıştım. Küstüm sonra
http://xguilty.files.wordpress.com/2007/06/coldplay_theportrait.jpg
**"So you don't know where you're going and you wanna talk
and you feel like you're going where you've been before
You tell anyone who'll listen but you feel ignored
Nothing's really making any sense at all
Let's talk..."
Buraya ergen gibi şarkı sözü yazmanın nasıl göründüğünün farkındayım ama, bu aralar X&Y albümünü yeniden keşfetmekle meşgulüm. Özellikle Talk'ı tekrar tekrar dinliyorum. Sıkılmam yakındır. Bu arada şuna cidden karar verdim, 15 nöbetlik bir bölüm bile kazansam kesinlikle piyano derslerine başlayacağım, ama merak ettiğim bir şey var. Acaba ders öncesi genre pazarlığı yapıp yapabiliyor muyuz? Hani "ben sadece rock 'n roll ve belki blues çalmak istiyorum. Hiç Klasik müzikle vakit kaybetmeyelim" desem, çok mu yüzeyel olurum? Gerçi hocanın da beni anlaması lazım. 7 yaşında ailesinin elinden tutup götürdüğü velet olmayacağım. çeyrek asrı geride bırakmış(böyle yazınca daha havalı oluyor) ve vakti olmayan bir insan olacağım. Bütün bu veriler ışığında böyle bir istekte bulunmak şımarıklık olur mu?

Wilbur bir kadın ve bir çocuk istiyor



Wilbur wants to kill himself, pek bir sevdiğimiz, "yeni başlayanlar için İtalyanca" filminin yönetmeni Lone scherfig'e ait, 2002 yapımı bir film. Danimarka çıkışlı filmleri, özellikle dogma karakterli olanlarını seviyorum. Sinemada farklı şeyler izlemek, ki bir de bir numaralı dogma filmi olan Festen gibi içi dolu ve farklı birşey izlemek iyi geliyor.

Bundan bir önce çektiği "Italiensk for begyndere" yani yeni başlayanlar için İtalyanca filmi bile bu türün katı savunucuları tarafından pek kabul görmüyorken, bu filmi 95 yılındaki dogma manifestasyonunun kuralları dahilinde bir film olarak düşünmek imkansız, ki sanırım yönetmen, Lone scherfig Hanımın da böyle bir iddiası yok. Bu arada filmde her Britanya filminde görmeye alıştığımız Shirley henderson oynuyor...

Filmi anlatan uzun bir yazı yazmıştım. Filmi anlatmanın çok saçma birşey olduğuna karar verip sildim. Pişman değilim. Bu film cidden beni dengesizleştiriyor. İlk izlediğimde sinemadan çıkarken, sağda saolda tekmeleyecek birşeyler aramıştım.

Hala sinirliyim Wilbur'a. En kolay yolu seçtiğinden dolayı sinirliyim. Sürekli intihar etme uğraşıyla kaçıp gitme çabasından; çevrede mutlu olabileceği ve ona yatağını, kucağını açmak için ikinci defa düşünmeyecek bir sürü kadın varken, mutlu olmak için, aşık olunacak en hastalıklı seçeneği seçtiği için sinirliyim. Kendisini adam etmekten başka hiç bir uğraşı olmayan ağabeyinin başına gelen felaketi, kendi yaşam sebebi haline getirmesinden dolayı sinirliyim.

Evet, belki Wilbur ölmeye çalışıyordu, ama kesinlikle ölmek istemiyordu. Yaptığı şey ağabeyini, çevresindeki herkesi buna inandırmak oldu. Kimbilir belki kafasında bu durumdan çıkaracağı kazanımlar vardı. Wilbur, ölmek değil, bir ev,bir kadın ve bir çocuk, yani aidiyet istiyordu. Bir iki quote verip bitirelim.

"Wilbur: You licked my ear. I'd have bought a dog if I wanted my ear licked. " Hastanenin bir köşesinde aşk yaptığı hemşireye

"Mary: Are you going to sleep in Wilbur's old bed" Wilbur'un ağabeyine hastaneden çıkarken

3 Kasım 2008 Pazartesi

Londra'da bir gün

Son yazıların giderek kişiselleşmesi, beni rahatsız etmeye başladığından artık bir süre biraz daha non-spesifik konulardan yazmaya karar verdim. Bu hususta ilk atacağım adım 25 Nisan 2006 gününü anlatmak olacak, yani Leicester'daki kongreye geçmeden önceki günü anlatmak...

Sabah 04.00'te uyandım, İstanbul'a vardığımda saat 8'i, Londra'ya ise vardığımda saat 11'i geçmişti. Yerel saat 9'u gösteriyordu yani 2 saat kazanmıştım:) Heathrow'u terk ettikten sonra Londra'ya literal anlamda ayak bastığım yer St. Pancras tren istasyonunun önüydü. Tek başımaydım, sırtımda devasa sırtçantam, yanımda sadece Dost Kitapevinin çıkardığı londra cartoville'im(bu seri gerçekten çok yararlı ve pratik) ve otel adresi vardı. Otele gitmeden önce internetten ertesi gün için aldığım Londra-Leicester tren biletini bastırmam gerekiyordu. 2005 yazı dışında yurtdışı gezilerinde hep sağlamcı oldum. Gideceğim şehirdeki hostel-otel rezervasyonlarını hep önceden internetten hallettim ve eğer mümkünse gideceğim ülkedeki gezilerimin tren-otobüs biletlerini de önceden aldım. Bunun ciddi anlamda yararını gördüğümü söylemeliyim,hem maddi hem manevi yararını... Kimileri bunu sıkıcı bulur, asıl güzelliğin yaşanacak belirsizlikte, macera'da olduğunu savunurlar ama ben şahsen kilolarca yükle bilmediğim sokaklarda gezip otel aramakta, internetten rahat ve birkaç kat ucuza alabileceğim bir tren biletini bulamama sıkıntısını çekmekte güzellik göremiyorum. Nitekim bu gezimde de önceden internetten tren bileti almanın yararını görmüştüm. Gidiş dönüş için 16 pound verdiğim bilete, eğer o an istasyondan alsaydım sadece gidiş için 35 pound vereceğimi öğrenmek beni mutlu etti. Bilet bastırma işi bittikten sonra Circle hattıyla Otelin yakınlarında bulunduğu, Bayswater istasyonuna doğru giden metroya bindim.

Oteli yıllardır biliyormuşcasına kolayca buldum, saat 10'a geliyordu. London House adlı bu vasatın altındaki otel Kensington'da, Notting Hill'e oldukça yakındı. Giriş işlemlerini yapıp, yükümü atıp hemen sokağa fırladım. Biraz civarda dolaşıp alışveriş yaptım, Her şehirden aldığım ve üzerinde şehrin ismi-ufak bir resmi olan tabaklardan ve eşe dosta küçük hatıralar aldım, gözüme çarpan bir alışveriş merkezine dalıp H&M ile hasret giderdim. Artık bir günlük şehir turuna hazırdım. Amaç gün ışığında bütün fotoğraf çekilecek yerleri gezip hava kararınca Notting hill'e geri dönmekti. Vakit az olduğundan Thames nehri civarından çok içlere girmemeyi tercih ettim.

District hattının beni getirdiği Tower Hill istasyonunda inip ilk durağıma vardım. Tower of London. Hem saray hem kale hem de hapishane olarak kullanılmış bu devasa yapıdan pek hoşlanmadım. Dışından şöyle bir iki fotoğraf çektim, çevresini gezindim. Girmeye yeltenmedim bile, kısıtlı vaktimin yarısını çalabilecek potansiyele sahipti. En baştan beri gözüme kestirdiğim Tower Bridge'e yöneldim.
Image:Tower bridge London Twilight - November 2006.jpg
Yukarıdan Londra manzarası muazzamdı, eski klasik yapıların yanındaki, yeni cam ve çelik binalar çok sırıtmıyordu. Hava bulutluydu ama yağacağa benzemiyordu, o gün yağmadı da. Fotoğraf hevesim bitince içeride oluşturulmuş ufak sinema salonuna geçip köprünün yapım hikayesini izledim. Daha fazla oyalanmadan aşağı inip, köprünün karşı tarafına yöneldim. Saat 2'ye geliyordu.

Nehir kenarından ilerliyordum, üşüdüm, sonra sadece benim üşüdüğüme karar verdim, insanlar yazlıklarla ve askılılarla dolaşıyorlardı. Londra için sıcak bir gün olmalıydı, ceketimin yakalarını kaldırarak devam ettim, elimdeki şemsiye fazlalık yapmaya başlamıştı.
Image:Southwark Cathedral, 24th floor.jpg
Önüme ilk Southwark Katedrali geldi, Bin yıldan fazla bir süredir varlığını sürdürmüş, bu esnada sayısız kez yeniden inşa edilmişti. Dışında bir tur atıp fotoğraflamaya çalıştım, kadraja girmedi, sinirlenip içeri girdim. Tahta sıralardan birine oturdum ve cam işçiliğini takdir ettim. İçeride katedrallere özgü o derin sessizlik ve serinlik vardı. Bu kombinasyon, her zaman olduğu gibi beni yine ürpertti. Tekrar dışarı çıktım, taş avluda biraz gezindikten sonra katedrali geride bırakıp devam ettim.

London Bridge oldukça sıradandı, ilki 2000 yılı aşkın bir süre önce yapılan köprü aynen katedral gibi bir çok defa yeniden inşa edilmişti, hatta öyle ki 18. yy sonundaki versiyonu Arizona,ABD'ye satılmış. Evet, adamlar bildiğiniz köprüyü satmışlar ve daha ilginci alan petrol zengini adamın niyeti koskoca Tower Bridge imiş... Sözün özü, asıl olayın London Bridge fikri olduğuna kanaat getirip yoluma devam ettim.

Vinopolis'ten geçerken dar sokaklar ve ufak tuğla kemerler beni hemen praktica'ma yöneltti. O ışık azlığında berbat olacağına bile bile birkaç kare çektim. Arka sokakların birinde ufak bir bistro buldum ve öğle yemeğini her turistin yapacağı gibi fish and chips yiyerek geçiştirdim. Saat 4'e yaklaşıyordu ve Tate Modern 6'da kapanacaktı.

Tate Modern, eski bir elektrik santralinden bozulup yapılan bir modern sanat müzesi. Hep sevmişimdir modern sanat müzelerini, diğer müzeler sıkıcı gelir belli bir aşamadan sonra. Ama modern sanat müzelerinde başından sonuna kadar sizi şaşırtacak, küçük bir çocuk edasıyla hayrete düşürecek şeyler bulmak mümkündür. Ondan dolayı büyük bir iştahla gezerim hep, bitmesin isterim. Tate Modern kesinlikle benim gördüklerim arasında en iyisiydi. Eğlenceli bir saat geçirdim.Ayrıca, fotoğraf çekmek isteyenler millenium bridge ve St. Paul'u aynı karede alabilsinler diye müzenin nehre bakan ve millenium bridge hizasındaki camlarına ufak pencerecikler yerleştirmişler. Bu kadar uğraşı kırmak olmayacağından bir iki kare de ben çektim.
http://www.myenglandtravel.com/images/london/londres_st_pauls_cathedral.jpe
Millenium Bridge'i geçip St. Paul Katedraline vardığımda, kilisenin restore edildiğini görmek şaşırtmadı beni, gittiğim her şehirdeki büyük yapılar restore ediliyor olurdu. Gazeteci çocuktan bir tabloid alıp devam ettim. Cannon street boyunca ilerleyip, Büyük Londra yangını anısına yapılmış 62m yüksekliğindeki Monument'e vardım. 1677'de yapımı tamamlanan bu yapının o tarihte dünyadaki en büyük yapı olduğunu söylüyordu cartoville ve 300 yıldan fazladır ayaktaydı...

Hava nerdeyse kararacaktı. Son durağım Parlemento binası ve Big Ben'e hava kararmadan önce varıp klasik turist resimleri çekmek istiyordum. Bu yüzden metro istasyonuna giderken adımlarımı sıklaştırdım. Mesai bitmiş olacaktı ki yoldaki Publar ağzına kadar doluydu, hatta insanlar biralarını ayakta, pubların önünde içip boş bardakları kapının önüne bırakıyorlardı. Metro'ya binmek iyi gelecekti, zira ayaklarım alarm vemeye başlamıştı bile. Metroda aldığım gazeteye biraz göz gezdirdim. Önceki gün Arsenal'in Şampiyonlar Ligi yarı finali ikinci ayağında Villareal'i zorlanarak yendiğini öğrendim. Bir gün evvel Londra'da olsam Highbury'e gidip maçı izler miydim diye düşündüm, niyet etsem bilet bulunur muydu? Merak ettim... Bu arada JENSational başlığıyla, iyi bir maç çıkaran Jens Lehmann'a gönderme yapan gazete bana Yendik MiLAN başlığı ve star gazetesini hatırlattı.


Gün ışığını kaybetmeden Big Ben'e kavuşmuş ve fotoğrafları çekmiştim. Big Ben'in önünden geçen Double decker otobüs resmimle herhangi bir "İngiltere'de dil kursu" broşürünü süsleyebilirdim! Hatta SLR makinemle çekilen, içinde benim olduğum ve düzgün becerilmiş, yüzümün bulanık çıkmadığı nadir resimlerden birine sahip oldum.

Böylece günün sonuna gelmiştim ve ölmek üzereydim. üç saatlik uykuyla, içi kum doluymuş hissi veren gözlerimle gün boyunca durmadan dolaşmıştım. Metroyla kensington'a dönüp gördüğüm ilk fastfood dükkanına dalıp karnımı doyurdum, yapılacak iki şey kalmıştı: Ufak bir pubda bir iki bardak Guiness ve hemen sonra otele gidip uyumak. Hyde park ve Portobello Road'da kahvaltı ertesi güne Leicester yolculuğu öncesi birkaç saate, Londranın kalan turist aktiviteleri Leicester'dan döndükten sonraya kalmıştı...