26 Ekim 2009 Pazartesi

Güncellemeler 12: Haftasonu



**Haftasonuna cuma akşamını da sayacak olursak... aslında saymayalım nöbetçiydim, her zamanki şeyler oldu. Nöbet demişken Kasım ayında acil rotasyonunda olacakmışım. Şu domuz gribi zamanında da her nöbette en az 600 hasta bakan bir hastanenin acilinde bir ay geçirmek gibisi yok. Yani gidip de dönmemek var, ona göre:)

**Cumartesi günü, daha 8 ay önce kütüphanesinde pineklediğim fakülteme gittim. Tabii ki amaç nostalji yapmak değildi. Klinik Araştırmacı Eğitimi amacıyla nöbet çıkışı güzelim bir cumartesi gününün baş ağrılarıyla dolu 8 saatini, 6 yıllık üniversite hayatımın türlü an(ı)larına girmiş 140 hocamla geçirdim. Evet, ders dinlemek ve bir sürü istatistik terimlerinin içinde boğulmak zordu, ama bir şekilde eskiden seni öğrenci olarak gören hocalarının arasına bir meslektaş olarak dönmek, aynı anfide ders dinleyip kahve aralarında muhabbet etmek güzeldi. Ayrıca tabii ki artık, yokluğu durumunda hiç bir klinik araştırmaya izin verilmeyecek araştırmacı sertifikasını da şimdiden almak iyi oldu. Ne de olsa 2. ayımda tezimi almak gibi bir talihsizliğe sahibim.

**Cumartesi ayrıca gece Nefize'yle Mavi Bar'a müzik dinlemeye gittik. Evet, mekanın yaş ortalaması 33'tü, evet, bar çok küçüktü ve evet, o grubun adını bilmiyorum(50 yaşında ve Creep söyleyen solisti olan-Merhaba Fret- ve Cumartesi gecesi çıkan ve kesinlikle çok iyi çalan grup diyeceğim kendilerine, bu arada ismini bilen varsa lütfen söylesin:)) ama çok ama çok eğlendiğimi söyleyebilirim. Rock 'n beer'dan sonra bu kış sezonundaki ikinci favori mekanım olacak Mavi. Güle güle Aksak Lounge yeterince güzel vakit geçirdik bahçende ama artık ilerlemem gerekiyor. Ayrıca ne diye ard arda o güzel bayan garsonları işten çıkardın ki? jdkalsjdksa

**Pazar günü ise kirli havası ve linyitiyle ünlü, yurdumuzun bir başka güzide köşesinde, Soma'daydık. 5 kişi bir arabaya doluştuk ve Işık ve Selma'nın yıllardır istikrarla sürdürdüğü ve çevrede bir sürü kötü örneği olan uzun çook uzun süreli ilişkilerin aksine, iyi hatta heveslendiren bir örnek oluşturan uzuun süreli ilişkilerinin mutlu sonunu görmeye gittik(davetiye gibi cümleler de kurarım, evet) gidiş geliş ve düğünle beraber 7 saat süren bu macera beraberinde bir sürü dedikodu ile bir kaç soru ve düşünce getirdi:

1- Düğün nedir yahu? Cidden nedir? Hani pragmatik olarak tek elle tutulan yanı altınlardır herhalde:)

2- Işık neden bir görev bilinciyle oynuyordu? Yahu adam çiftetelli mi oynuyordu, anjiyo mu yapıyordu, anlamak mümkün olmadı. O konsantrasyonla büzülmüş dudaklar, o rijid kol hareketleri...

3- Yahu büyümüşüz, arkadaşlarımız evleniyor. Daha dün gib...(aah tamam vurmayın, anti klişe timi)

4- Neden her düğünde çevreye şeytani bakışlar atan teyzeler vardır?

**Nöbet listem belli olduğunda kağıt üzerinde gayet boş görünen haftasonum da gayet dolu dolu geçmiş bulundu. Fena da olmadı be. Gerçi leylak şarabı bu satırları okuyorsan ve canım sıkılmasın diye seni de düğüne götürdüm diye bana kızıyorsan topsun. Bu da böyle bir anın oldu işte, fena mı? ...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Bilime ulaşmanın bedeli


29,95 Amerikan doları. Üstelik sadece adı geçen makaleye 24 saatlik ulaşımın bedeli bu. Araştıracağınız konu hakkında adam akıllı bir literatür taraması yaptığınızda ortaya çıkan meblağı düşünün artık. Ya ben çok yeniyim bu konuda ve kesinlikle bu olayın daha kolay bi yolu var. Ya da insanlar literatür tararken sadece abstract okuyorlar.
Benim yolunu bulamadığımı varsayarak, pubmed'teki abstractların full textine ulaşmanın bedava yolunu bilen varsa on bin lira vereceğim. Ya da on bin lira vermem giderim 30 dolara makaleyi alırım, o da olabilir.

19 Ekim 2009 Pazartesi

500 days of summer

http://www.durham21.co.uk/wp-content/uploads/2009/10/500-days-of-summer-01.jpg

Alışılmışın dışında patternleri olan ve alışılmışın dışında biten romantik komedileri seviyorum. Düşünsenize piyasada o kadar çok romantik komedi oldu/olmaya devam ediyor ki, ancak söyleyecek bir şeyi olan bir kaç tanesi aradan sıyrılıyor. 500 days of summer da bunlardan biri.

Eğer siz de işinizden/derslerinizden/problemlerinizden kısacası rutinden sıkıldıysanız, bugün sinemaya gitmek için güzel bir gün olabilir ve eğer diğerlerinden farklı, içine yeterince iyi espriler ve yeterince iyi seçilmiş şarkılar serpiştirilmiş bir film istiyorsanız. O film bu film olmalı. Zaten başka seçeneğiniz de yok DVDrip'i gezinmiyor henüz sanal alemde...

Başrollerini Zooey Deschanel ve Joseph Gordon-Levitt'in paylaştığı filmi Marc Webb yönetiyor. Yönetmen, ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen gerçekten gelecek vaadediyor. Filmde bağlanmaya çok yatkın ve aşka inanan romantik adam Tom ile bir boşanmış aile çocuğu olan ve muhtemelen bu yüzden kimseyi kendisine zarar verecek kadar yakınına almayan ve anlayacağınız üzere ciddi ilişki, hatta ilişki kavramının kendisine karşı olan Summer'ın hikayesi anlatılıyor. Her ilişkide hatta karşı cinsi ilgilendiren her etkileşimde olduğu gibi taraflardan biri diğerine daha çok ilgi duyuyor, diğeri de ne istediğini bilmiyor, böylece filmimizdeki ilişkinin de dinamiği sağlanmış oluyor.
http://wondersinthedark.files.wordpress.com/2009/04/500days.jpg


Gelelim birazcık da Summer karakterine, spoiler vermeden bir iki kelam edelim üzerine. Hatta sadece şunu merak ediyorum. Tom'da kendini o kadar emin hissetmemesinin motivasyonu nedir? Ben bunu merak ediyorum işte. Neden bize ilgi duyanların, daha doğrusu bize, bizim onlara duyduğumuz ilgiden daha çok ilgi duyanların her seferinde canını yakarken, bizi istemeyenlerin, hiç istememiş ve istemeyecek olanların inatla peşinden gidiyoruz. Çoğumuzda derin travmalar açan bu kısır döngünün tek açıklaması "kaçan kovalanır" mantığı olmamalı. Hayat bu kadar yüzeyel olmamalı.

Siz de mutlaka bazen düşünüyorsunuz, Tom gibi, "Acaba neden beni değil de onu seçti?" Sanırım belki de bir sebebin olmadığını kabullenmek, ilşkilerin feromonların etkilediği basit kimyasal reaksiyonlardan ibaret olduğuna inanmak en iyisi.

Toparlayacak olursak. Gidin görün bu filmi, biraz kafanızı boşaltmış, bol bol da gülmüş olacaksınız, en azından gülümseyeceğinizi garanti ediyorum.

18 Ekim 2009 Pazar

Ekose'ye hayır!




Trendleri belirleyen insanları anlayamıyorum. Ne gerek vardı şimdi 10 yıl öncesine gitmenin. Zaten zorla insanların aklından ekose gömleği silmişken bizi 10 yıl geriye götürdüler. Yazıklar olsun! Hayır bir de tüm mağazalar/markalar o kadar benimsemiş ki, vitrindekilerin yüzde seksenini ekoseler kaplayınca senin alışveriş seçeneğin yüzde yirmiyle sınırlı kalıyor. Gelin birlik olalım ve Masa örtüsü gibi gezmeyelim! Bu sadece bizim elimizde, sokaklarda gezen son ekose gömlekli temizleninceye kadar bize rahat yok.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgGUlpwhNOWC_WnMYhI8KVdtLmCqqygsieFz5OVn-lZ_gp4O0SuqUMm8gZGrkK_YLOege3BrAukQrg89VF9B8uxb08scH-IzwwGlIE7ZRfd8Lf-W3vo5wzRqJEDOkCw2yUsId2qx8HFNasZ/s400/NotHalfPlaid.jpg
Ekose gömlekle ancak bu kadar çekici olabilirsiniz.

Yani olmuyor, olmuyor istesemde

http://www.ahirdagemlak.com/images/home_1_00.jpg

...Birasından bir yudum aldı. "Eğer sen bir evsen, evet ben o eve girebiliyorum ama içindeki odaların hepsinin kapısını çalmam gerekiyor, öylece dalamıyorum. Evet yeterince sabredersem, o kapıyı açıyorsun ama bunu kendin açman gerekiyor, sen açmadan girersem bazen aşırı tepkiler veriyorsun" dedi. Düşündüm, metaforu sevdim, hak da verdim ona.

"Ama emin ol sen ve Yiğit kendimi en fazla açtığım insanlarsınız. Daha fazlasını yapamıyorum çoğu zaman. Bilmiyorum kişilikle ilgili bu, bazen size bile içimdekileri dökebilmek için çok birikmesi gerekiyor, artık içimde tutamayacağım zaman anca anlatabiliyorum." Metafordan devam ettim. "Belki romantik ilişkilerde işlerin yolunda gitmemesinin sebebi bu. Evet, siz o evin içine girebiliyorsunuz ama birlikte olduğum insan o eve giremiyor. Nedense izin vermiyorum. Sadece bahçeyle yetiniyor. Bahçeyi görüyor, evin dış cephesinin boyasını görüyor... Bunlara olan ilgisini kaybettikten sonra ister istemez evin içindekileri merak ediyor, eve girmeye çalışıyor. Ama ne perdeleri açıyorum ne de kapıyı aralıyorum. Öylece bitiyor ilişki."

"Çarpık bir tasvir gibi görünse de hayatımdaki insanları koyduğum katmanlar var. Büyük çemberden küçük çembere doğru giden iç içe girmiş çemberlerin oluşturduğu katmanlar. En içtekinde siz ve ailem var, sonrası azalan samimiyete göre dışa doğru gidiyor. Kimse olduğu katmanı değiştirmemeli çünkü sonu -tecrübeyle sabittir-hayalkırıklığıyla bitiyor. Her katman beni, onlara kendimi tanıttığım kadarıyla biliyor. Daha fazla açılmıyorum, daha fazlasına da gerek yok. Dolayısıyla beni en çok tanıyan da siz oluyorsunuz."

Uzun bir sessizlik oldu, sonra konu değişti. Alsancak'ta takılmaya devam edip etmeyeceğimizi konuşmaya başladık...

4 Ekim 2009 Pazar

Güncellemeler 11: Bang bang down on the piano 'til I smash the keys

Bu da biraz önce kliniğin balkonundan, kliniğin nerden baksan 10 yıllık nikon coolpix 4500 marka makinesiyle çektiğim nadide İzmir manzarası
**Ekim geldi. Ne Eylül'ün yazdan kalan şımarıklığı, ne de Kasım'ın kışa bakan karamsarlığı var Ekim'de. Son baharı en efendice yaşayacağınız ay Ekim. O yüzden giyin uzun kollularınızı, akşam çıkarken de ceket alın yanınıza, yılın en sevdiğim ayı bu, gelecek seneye kadar yok, tadını çıkarın.

**Neler oldu? 2 ay oldu nerdeyse işe başlayalı, artık yaptığım işi yadırgamıyorum. Henüz sadece iki ay olmasına rağmen acil şartlarda gelip de müdahale edemeyeceğim çok az şey olduğunu biliyorum. Bu bağlamda zaten bu ay refakat nöbetlerim bitiyor, kasımdan itibaren acile çekmezlerse tek başıma nöbet tutmaya başlayacağım. Böylece daha önce de belirttiğim gibi nöbet sayım düşecek ve daha rahat bi yaşantım olacak.


**Nöbet sayımın düşmesiyle belki çöken sosyal hayatımı da kurtarabilirim. Belki çalışma tempomdan değildir, ama sanki iş hayatıyla beraber artık eskisi kadar eğlenemediğimi düşünüyorum. Bunun yanısıra Yiğit'in artık Ankara'da yaşıyor olması, Nefize'nin ise artık arabayla 5 dk uzaklıkta olmadığı gerçeği de etkilidir belki bu duruma. Bilmiyorum, sadece nöbetim olmadığı günler yapılabilecek her şeyi yapmama rağmen keyif alamıyorum.


**Ne yapıyorum? Alsancağa gidiyorum. Ders çalışırken haftada bir gün gittiğimden özel ve keyifli bir aktivite olan Gazi Kadınlar, Muzaffer İzgü ve Can Yücel sokaklarında sürtme aktivitesi, şimdi haftada bir kaç gün gittiğimden son derece sıradan gelmeye başladı. Ayrıca artık o sokaklar da orada oturan insanlar da yabancı geliyor, eskiden mutlaka bir aşinalık vardı, yürürken en az iki tanıdık görürdük ama şimdi sanki İzmir tamamen çehre değiştiriyor. Sanırım bazı günler evde kalmalı ya da KAsım'dan sonra kendime bir kaç hobi edinmeliyim.


**10 yıl sonra tekrar saat takmaya başladım. Babama '70 yılında hediye olarak gelen ve yeni eve taşınırken ortaya çıkan saat olmazsa takmazdım da. Tamiri ve kayışı için parça gelmesini bir ay bekledim, yaptığım masraf neredeyse yeni bir saat fiyatına denk geldi. O yüzden hevesli ayrıca umutluyum bu antikalığa yaklaşan saatten. İleride bir gün bir çocuğum falan olursa, o taksın isterim(Böyle konuşmalar da yapmaya başladığıma göre, yaşlanıyorum sanırım:) Eski şeyleri seviyorum. Robert Browning'ten geliyor: "One taste of the old time sets all to rights"


**Dün evden çıkarken 7 yıl önce buraya gelen, yurtta kalan, siyah giyip Nirvana ile melankoli yapan çocuğu düşündüm. Zaman çok çabuk geçiyor bunun farkına vardım. İyi ki de geçmiş dedim sonra.


**Çalışmak, kendi paranı kazanmak, iyi bir alım gücünün olması güzel şey de, alınacak şeyler de bitmiyor yahu. LCD televizyon, playstation, piyano, bir de hiç bitmeyen giyim alışverişi... Hayır, hadi hepsini aldın. Ne ara ilgileneceksin/oynayacaksın?...