"Bakın ben defterimde ne buldum?"
03/08/2007 - 05/08/20073 Ağustos, saat 17 otobüsüyle Cordoba'dan yola çıkmak için bilet gişesine gittiğimde, aklımda yolculuğun maksimum 7 saat, bilet fiyatının ise maksimum 30€ olacağı cardı. Ama ne yazık ki yolculuk 14 saat sürdü, bilet ise 62,4 € tuttu. Evet, tek yön bir otobüs yolculuğu için 110 lira ödedim.
Yiğit, İtalya'da interraile başlamış, Roma'da kız arkadaşıyla bir kaç gün geçirmiş, kız arkadaşının tatili bitince tek başına interrail'e devam edemeyeceğini düşünüp İspanya'ya bana katılmaya karar vermişti. Aslında zaten planlar arasında İspanya'da buluşmak vardı, ancak Yiğit Fransa'yı bypass edince buluşmamız 10 gün öncesine çekilmiş oldu.
Ben ise Cordoba'da öğrenciliğim boyunca her yaz gittiğim yaz stajlarımın sonuncusunu yapmak üzere İspanya'daydım. İspanya günlerim pek eğlenceli başlamamış, eski gittiğim stajlardaki 20 kişilik eğlenceli grup yerine, bir İsrailli ve başka bir Türk'le ilginç bir üçlü grup olmuştuk. Yine eski stajlarımın aksine nispeten küçük, normalde 300.000 nüfusu olan, ancak yazın bu nüfusu 3.000'e, siesta saatlerine ise sokakta 3 kişiye inen bu Endülüs kentindeydim. İspanya'ya varalı 4 gün olmuştu ve Yiğit'in beklediğimden önce gelecek olmasına sevinmiştim.
Yiğit, ben otobüse bindiğimde Barcelona'ya ulaşmış kalacağımız hosteli bulmuş ve beni bekliyordu. Kendisine en geç saat gece 1 civarı varacağımı(hala yolculuğu 7 saat sanıyorum) ve kuzey istasyonunda buluşabileceğimizi söyledim. Tabii gece saat 12 gibi, tabelaların birinden Valencia'ya bile henüz 100 km olduğunu görünce(valencia-barcelona arası 350 km) acı gerçekle tanışmış oldum.
Sabah 8 gibi Otobüsten indiğimde sonradan yeniden anlaştığımız üzere Yiğitle buluştuk. Normalde Küçükpark ya da Alsancak'ta buluşmak üzere sözleşirken, şimdi Barcelona kuzey garı'nda buluşmak ilginçti. Hemen 10 dk mesafede bulduğu Hosteli sevdim. 1910'larda Gaudi'nin verdiği ilhamla yapılmış eski, yuvarlak hatlara sahip bir apartmanın bir katında, yüksek tavanlı, yuvarlak cumbalı güzelce bir odamız vardı. Şimdiden kendimi iyi hissediyordum, ancak kendimi sokaklara atabilmek için hala 3-4 satlik bir uyku ve güzel bir kahvaltıya ihtiyacım vardı.
Nihayet saat 16 gibi dışarı çıktık, Cordoba'da bu saatte dışarı çıkmak, pratik olarak bir intihar yöntemi olarak görüldüğünden, bazen balkonlarından yaşlı teyzeler bize acıyarak bakardı. Tam aksine Barcelona daha kuzeyde olduğundan gayet serin ve yürümeye elverişli bir hava vardı.
İlk olarak hostelin hemen yakınındaki metro istasyonundan L2 hattıyla hemen bir durak ötedeki Sagrada Familia'ya gittik. Gaudi'nin 1883'te başladığı ve 1926'da öldüğünde ise ancak %20'sinin tamamlanabildiği ve o tarihten bu güne yavaş yavaş(gerçekten yavaş) ilerleyen ve 2026'da bitmesi tasarlanan bu büyük kiliseyi sevemedim. Çevresinde iş makinaları, devasa vinç ve iskeleleriyle, sarı saçlı, teni barcelona güneşiyle kıpkırmızı olmuş kuzeyli turistleri büyülemiş olabilirdi, ancak ben 2026 yılında bir daha görüp düşünmeye karar verdim:)
Sırada Monumental durağındaki boğa güreşi arenası, Plaza de Toros Monumental de Barcelona, ya da kısaca El monumental vardı. 1914 yılında yapılan ve bizans mimarisine benzeyen yapının her köşesinde devasa yumurtalar vardı. duvarlardaki boğa güreşi ilanlarına, bilet fiyatlarının 21 ile 40 euro arası değiştiğini söylüyordu.
L2 hattını takip ederek Universitat durağına gittik. Şehrin nispeten eski kısımlarına girmenin vakti gelmişti. Metrodan inince önümüze çıkan ilk sokağa daldık. Dar sokaklar, Fransız balkonlar... Adeta "İspanyol Pansiyonu" filminden kareler vardı sokaklarda. Haritaya bakmadan, oryantasyonumuza güvenerek yürümeye devam ettik ve bir anda iç kısımlardan çıkıp Barcelona'nın en ünlü, en civcivli caddesi La Rambla'da bulduk kendimizi. Yüzlerce insan, her köşebaşında farklı bir performans sergileyen animatörler, canlı heykeller, müzisyenler, ressamlar... Organize bir kaos vardı burada, Cordoba'dan sonra yavaş yavaş İspanya'da hayat olduğunu görüyordum. Denize doğru ilerlerken yolun hemen sağ tarafındaki pasajların birine girdik, yarı açık bir yiyecek pazarı vardı. Bütün kokular birbirine karışmıştı. Biraz peynir tattık. biraz meyve alıp yolumuza devam ettik. Hediyeci dükkanlarının birinden, kolleksiyonum için bir tabak aldım.
Limana vardığımızda saat 19 olmuştu. Limandaki alışveriş merkezinde hızlıca bir şeyler yedikten sonra şehrin gotik ağırlıklı mimarisiyle ünlü, barrio gotico'ya yöneldik. Taş sokaklar, her sokaktan gelen farklı bir müzik, küçük heykelciklerle dolu eski binalar.... makineme film taktım ve gün ışığının son zerresine kadar fotoğraf çektim. Sokaklar, Katedral'e yaklaştıkça daha da güzelleşiyordu. Bir de akşam ışıklarıyla görmek lazımdı. Katedralin hemen yanındaki küçük meydancıkta bir süre dinlendik, kaldırıma oturarak bir süre sokak şarkıcılarını dinledik. Müzik çok güzeldi. Oval ya da sekizgen, metal perküsyon aletleri kullanıyorlar ve nasıl yapıyorlarsa telli enstrüman sesi çıkartıyorlardı.
Katedralin restore ediliyor ve Avrupa'da restore edilen her yapının üstünü kapladıkları resimli brandalarla örtülü olması beni hiç şaşırtmadı, zira geçmiş yıllarda Roma'da San Pietro'nun, Londra'da St. Paul'ün de ben oradayken aynı şekilde restore ediliyor olması benim şansımdı.
Hostel' dönüp biraz dinlendikten sonra saat 23 gibi tekrar çıktık. Yıkanmış ve kayganlaşmış sokaklarda korkarak epeyce yürüdükten sonra nihayet ara sokakta ufak bir bar bulduk. İçerisi oldukça kalabalık(ama boğuk değil) barla ilgilenen kız ise oldukça güzeldi. Bir sürahi Sangria istedik, hazırlanışını izledikten sonra hızlıca içtik. Oradan çıkınca tekrar sahile yönelip deniz kenarındaki çimlerde içmeye devam ettik.
Bir süre sonra ikimizin de sorunları başladı. Yiğit, oturduğumuz çimlere allerjik reaksiyon göstermişti, gözü ve dudağı anjiyoödem denen şişliklerle balon gibi olmuştu, benim ise mesanem patlayacak duruma gelmişti.
O saatte tüm sokakları çiş kokan Barcelona'da bir tek ben işeyemiyordum. Hepsi utangaç mesanemin suçuydu. Birinin yüzü gözü şiş, öteki sıkışmaktan yürüyemeyecek hale gelmiş, adeta iki ucube gecenin 1'inde bana işeyecek yer bulmak için dolaşıyorduk. En sonunda mesanemin kendini güvende hissedeceği, ancak rahatça gasp edilip öldürülebileceğimiz tenhalıkta bir köşe bulunca ben rahatlayabildim. Yiğitin ödemleri de azalmaya başlamıştı. Yeniden hayata dönmüştük:)
saat 3 gibi limana paralel ilerleyen yolların üzerindeki üst geçitlerden birinde tripodla yüksek enstantaneli fotoğraf çekmeye başladık. 1 saat boyunca uğraştık, o gecenin en güzel anıydı belki de, ve ortaya şöyle bir şey çıktı.
Odaya döndüğümüzde saat sabaha karşı 5'e geliyordu. Uyuyacak, dinlenecek ve Cordoba'ya dönüş yolculuğumuzu planlayacaktık.