21 Haziran 2009 Pazar

Güncellemeler 7: Working Man

http://cache.gizmodo.com/assets/images/gizmodo/2008/07/cassettes.png

**Pazar günlerini sevmiyorum, cumartesi gecesinden itibaren bir huzursuzluk çöküyor üstüme. Hayır işim de yoğun ve stresli değil, buna rağmen pazartesi kötü bir olgu ve benim pazarımı da rezil ediyor.

**Bu aralar herhangi bir yolla tanıştığım herkes bir şekilde ya geçmişimle bağlantılı oluyor ya da tanıdığım insanlarla. Önce Diyarbakır küçük yermiş diyordum, sonra sadece Diyarbakır'ın değil dünyanın da küçük olduğunu anladım.

**İyi ki mecburi hizmetim Ağustos'ta bitiyor, aksi takdirde artık her gün içtiğim nargileler yüzünden tahmini ölüm zamanımı bir on yıl kadar öne çekmiş olacaktım.

**İzmir'i özledim. Hem şehri, hem de içindekileri. Geçen gece beraber içerlerken birbirlerinden habersiz, Yiğit ve Nefize, aşağı yukarı aynı mesajları atmışlar bana. Pek bir duygulandım. Gel de orada olmak isteme!

**Blog olayını gayet sevmişim. İstediğim sıklıkta yazamasam da, bugün eski yazdıklarıma bakınca hayatımın iki yılına yakın bir kısmını buraya kaydetmişim. İleride bir gün dönüp bakmak ve muhtemelen şaşırmak ve kafama taktığım şeyleri küçümsemek için mükemmel bir fırsat. Ayrıca muhtemelen geçmişte ne kadar şikayet eden bir insan olduğumu görüp şaşırırım, ya da şaşırmam, çünkü bu huyum o zaman da devam ediyor olur.

**Kafama taktığım şeyleri küçmsemek diyorum. Geçen gün lisedeki kaset kolleksiyonumu buldum evde, kasetler tarihe gömülmüş olsa da ablam saklamış onları. İşime geldi açıkçası, çünkü burada kullandığım arabam sadece kaset çalıyor ve radyo da Diyarbakır'ı 20 km geçtikten sonra çekmiyor. Anlayacağınız işe gidiş gelişimde aldığım 100 km sessizliğe bürünüyordu her gün. İşte o kasetleri dinleyince birden liseye dönüyorum. O zamanki endişelerimi, sevinçlerimi düşünüyorum. O zamanki müzik zevkimi sizinle paylaşmayacağım, ama her şarkının, sözlerinin bana çağrıştırdıklarını düşünüyorum. Tek derdimin ÖSS ve platonik aşkımın olduğu dönemlerimden bahsediyorum. Oysa şimdi nasıl da küçük geliyor tüm endişelendiklerim. O zaman kendime sorun yaptıklarım mutlaka hayatıma etkili olmuşlardır, yine de küçümsüyorum ister istemez. O yeşil apartmanı bile küçümsüyorum. O geçmişten bir şarkı sözü de aynısını söylüyor:
"And all the things that seemed once to be
So important to me
Seem so trivial now that I can see
"

**İnsanoğlunun adaptasyon kabiliyeti müthiştir. Bunu kendim de tecrübe ediyorum. İşe başlamak, köye gidip gelmek, muhtarla sağlık ocağının çevre düzenlemesi konusunda konuşmak. Çalıştığım yerde insanların benden eğilip bükülerek izin istemesi, bir ay kadar sonra nakil yazım gelince yaşayacağım bürokrasi trafiğini düşünmek... Blogu takip ediyorsanız, siz de biliyorsunuz ki daha iki ay önce nerede olacağım, hangi uzmanlık dalını seçeceğim bile belli değildi. Kütüphanede ders çalışıyordum. Bu değişime şaşıyorum, daha da şaşırdığım şey ise bu değişimi yadırgamamam. Sanki yıllardan beri hayatım böyleymiş gibi geliyor. Belki döneceğimi bildiğim için böyle akıntıya bıraktım kendimi, belki buraya gelirken geçici olduğunu bilmesem mücadele edecektim alışana kadar, bilinmez...

**Buradaki hayatımda her günüm bir öncekinin aynısı. Aynı şeyleri yapıyorum, aynı yerlerde, aynı yüzlerle oturuyorum. Bu da bir şekilde yaratıcılığı köreltiyor. Belki tembelliğime bahane buluyorum ama mecburi hizmete gelirken her gün bir kaç post yazarım diye düşünüyordum. Haftada bir ancak yazıyorum.

Mardin Yollarında The Beatles


İnsanlar blog alemlerinde Çeşme, Marmaris, Bodrum ve hatta yurtdışı tatillerini, tatil planlarını anlatırken, kulunuz October Swimmer ise yaptığı Mardin ve Midyat gezisini, fotoğraflarını aktarmakla yetiniyor. Tabii ki memnunum ve iyi ki gitmişim diyorum, yanlış anlaşılmasın.

İzmir'den bir kaç günlüğüne misafirim olan Yiğit'e hep Diyarbakır'ı göstermek olmazdı. Çevrede görülecek yerleri de gezdirmeliydik. Hasankeyf-Mardin-Midyat yapalım demiştik, lakin tembel bünyeler olduğumuzdan ve yola ancak saat 11'de çıkabildiğimizden doğal olarak Hasankeyf'i iptal etmek zorunda kaldık. Zaten sadece Mardin ve Midyat'lı gezimiz 10 saat sürdü, Hasankeyf de dahil olsa gece yarısı geri dönerdik.

Ben, Yiğit, Arda ve Henry'den oluşan grubumuz iki buçuk saati aşkın, bol bol sigur ros ve The Beatles içeren bir yolculuk sonrası Midyat'a vardık. Merkezde çok fazla oyalanmayıp hemen Dayrul Ömür yani Mor(=aziz) Gabriel süryani manastırına vardık. En üstteki fotoğraf manastırın en çok çekilen fotoğrafıdır herhalde, dayanamazdım bir tane de ben çekmeliydim.

Henry'nin tanıdığı Metropolit'le sohbet etme imkanı bulduk. Metropolit Samuel, süryani dini örgütlenmesinde katoliklerin psikoposuna denk gelen bir mevkiye sahip, pek bir dertliydi. Komşu köylerin muhtarlarının değişik provokasyonları ve açılan saçma davalarla uğraştıklarını anlatıyordu. Bu itilafta taraf olmadığımdan detaylara girmeyeceğim, ama açılan bir davanın konusunun 392 yılında yapımına başlanan manastırın, orada daha önce varolan bir cami yıkılarak yapıldığı iddiası olması, size bu davaların ciddiyeti, hakkaniyeti üzerine bir fikir verebilir sanırım, zira 392 yılında olmayan bir müslümanlık, olmayan bir cami... Daha fazla uzatmadan şöyle bir link veriyorum, okursunuz.

Metropolit'in yanımıza verdiği bir genç(ki kendisi yukarıdaki resimdedir) bize manastırı gezdirip anlattıktan sonra Mardin'e doğru yöneldik. Midyat merkezi gezmedik, bilemedik, pişmanız, ama hem giderek acıkıyorduk, hem de hava kararmadan Diyarbakır'a geri dönmek istiyorduk. 68 Kilometre sonunda Mardin'deydik.

İlk durağımız başka bir manastır olan Deyrul Zafaran, Mor Hananyo idi. Diğeri kadar görkemli olmasa da diğerinden daha organizeydi. Girişin cüzi de olsa ücretli olması, rehberli turu, açılan hediyelik eşya dükkanı ve Cafe-restaurantı ile manastır turizm adına yapılması gerekeni yapmıştı, mor gabriel de aynısını yapmalıydı. Rehberimizle ve geniş grupla manastırı gezdikten sonra Metropolit Saliba'yı ziyaret etmek isteyen Henry'e katıldık. Diğer metropolit'ten daha genç ve daha keyifli bir insandı. İzmir ve körfezin temizlenmesi üzerine, bir de çalıştığım yer hakkında konuştuktan sonra manastırdan ayrıldık.












Mardin'in eski şehir tarafı mümkün olduğu kadar tarihi dokusunu koruyor. En azından yeni yapılar, gerek kat sayısı, gerek renk olarak eskilere uyduğundan bu dokuyu ve harmoniyi bozmuyor. Çarşı kısmını gezdikten sonra ünlü esnaf lokantası, Kebapçı Rıdo'da güzel bir yemek yedik, zamanı da gelmişti. Yemek sonrası Suriye'ye nazır çayımızı ve nargilemizi içtikten sonra dönüş yolculuğu zamanı gelmişti...

12 Haziran 2009 Cuma

Testosteron Türküsü & Senfonisi

http://farm3.static.flickr.com/2403/2240250807_309239edc1.jpg
Olaya kendi cinsimin penceresinden baktığım için ismi yukarıdaki gibi seçtim. Ayrıca bu tabirin Yiğit'ten çıktığını da belirtmeliyim.

Şimdi gelin canlar, kadın-erkek bir olup itiraf edelim, hepimiz yaptık bu olayı. Rahat olun buradan dışarı çıkmayacak, merak etmeyin. Çağımız itibariyle elimizde internet vardı, belki derslerimize yardımcı olsun(!) diye alınmıştı, belki de vizyon kazanmamız adına... Ama biz, gelişen sosyalleşme aparatlarını kullanarak hep beraber çığırdık testosteron türkülerini.

Testosteron türküsü dedik o kadar, sözlerini de yazalım tam olsun bari.

Aa sen de mi seviyorsun o filmi?
Ben o yönetmenin bütün filmlerini izledim
Bir gün çekeyim sana onları?

Chorus:
Vaay zevklerimiz aynıymış, Ne güzel değil mi?
Bir ara sana çektiğim DVD'leri vereyim, değil mi?

Aaa sen de mi seviyorsun o grubu
Bende diskografisi var
Bir gün çekeyim sana onları?

Chorus

Aaa o kitabı sen de mi sevdin?
Ben o yazarın bütün kitaplarını okudum.
Bir gün sana getireyim diğerlerini?

Chorus


Sözler bunlar. Şimdi Ey okur! Elini vicdanına koy da söyle. Hanginizin msn pencerenizde bu konuşmalar yaşanmadı ki? Bu arada yine belirtiyorum: İsim testosteron türküsüdür, doğrudur, ama bu türkünün sadece erkekler tarafından çığırıldığı anlamına gelmesin satırlarım. Sevgili karşı cinsteki okurlarım, siz de yaptınız bunları.

Bir de tabi Testosteron senfonisi var. Kimi çevrelerde adı "Sidik yarışı" olarak da geçiyor. İçeriğin testesteron türküsünden daha sofistike olmasından ötürü senfoni tabirinin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Sofistike dedim değil mi?

Aslında sofistike falan değil. Burada amaç anlamsız cümleler kurarak sidik yarıştırmak. Genelde tema ise, aşk ve metafizik üzerine. Bu senfonide, msn penceresinde, gecenin bir yarısı birbirlerini etkilemek üzere uzun ve yabancı dillerden devşirme sözcüklerle döşeli cümleler kuran gençlerin konusu işleniyor. Hatta yeni kelime icatları da makbul.

Adaylarımız genellikle aşkın yanılgı olduğu tezini savunuyor. Bolca "içselleştirmek" kelimesi geçen cümlelerle, yaşadığımız aşkların aslında bize ait olmadığını, popüler kültür öğelerini içselleştirerek filmlerde ve kitaplardaki aşkları yaşadığımızı belirtiyorlar. Amaç en anlamsız cümleyi kurarak karşısındakine belli konularda boş olmadığını göstermek. Tabii senfoninin sonu bir tarafın pes etmesiyle geliyor.

Bu arada bir seferinde kendimin bile anlamadığı bir cümle kurup, karşımdakinden "yazdıkların çok güzel kesinlikle katılıyorum" cevabı aldığımı bilirim. Bu pes etmek değildir de nedir, a dostlar?

İşe yarıyor mu? Dürüstçe söylemek gerekirse mevcut düzen, yani blogger, facebook aşklarının gelişim algoritmasında testosteron türküsü ve senfonisinin yeri yadsınamazdır diyorum ve konuyu kapatıyorum.(dikkat edersen yadsınmak kelimesini kullandım, msn var mı?)

Fikir için Yiğit'in hakkını yiğite verelim

9 Haziran 2009 Salı

Mecburi Hizmet Günlükleri 1: Bereketli Sağlık Ocağı

Sağlık ocağına girdiğim anda ilk yaptığım şey TUS'u kazandığıma şükretmek oldu.


Bereketli Köyü Diyarbakır'a aşağı yukarı 50 km uzaklıkta bir köy. Sağlık ocağı ise köyün hemen girişinde. Köy, çevre köylere göre daha gelişmiş ve daha zengin olmasına rağmen sağlık ocağının-ki bünyesine Bereketli Köyünden hariç, irili ufaklı 54 köy daha bağlı- durumu içler acısı.

Sağlık ocağının 44 yıllık taş binası artık son günlerini yaşıyor. Fotoğraflardan gördüğünüz üzere her an literal anlamda son gününü de görebilir, zira duvardaki yarıklara bakacak olursak, bina ha gitti ha gidecek. Sonraki hayatında ise yıkılarak, tamamlanan ve teslim için bürokrasi hazretlerinin keyfini beklediğimiz yeni binanın istinad duvarını oluşturacak. Hazır binadan bahsederken sağlık ocağına suyun taşındığını, yani musluktan akan suyumuzun olmadığını da belirtmek isterim. Sağlık hizmeti verdiğimiz yerde akan bir suyumuzun olmaması ironik değil de nedir?

İnternet yok, aslında var ama kablolarla ilgili bir sorun var. Nasıl olsa yeni binaya taşınacağımız düşüncesiyle hiç ellemedim. Aslında biraz da işime geliyor bu durum, zira uzun süredir okumak istediğim kitapları okuyorum böylece.

Bir önceki paragraftan anlayacağınız üzere iş yüküm çok fazla değil. Bugün ve dün toplamda bir hasta baktığımı söylersem boyutunu siz anlayabilirsiniz. Köy Ergani'ye oldukça yakın, bu nedenle insanlar genellikle ilçe merkezine gitmeyi tercih ediyorlar. Haklılar da. Bana gelip muayene olduğunda yazacağım ilaçları almak için de Ergani'ye gidecek. Zaten gidiyorken ikisini de orada hallediyorlar. Bu az iş yükü biraz can sıkıntısına sebep olsa da bol bol okuyorum. Zaman bir şekilde geçiyor.

Sağlık memuru, ebe, hemşire ve hizmetliden oluşan dokuz kişilik bir ekibim var. Pek tanımıyoruz birbirimizi ama geçinip gidiyoruz, devlet memurluğu işte:)

Hep acıklı resimler koymuşum, en güzelini en sona sakladım:) Bu da yeni binamız!


Özetle çalışma saatlerim, iş yüküm, huzurum her şey yolunda da her gün 100 km yol gidip gelmek sıkıntılı oluyor. Yolda canım sıkılıyor ve hatta masraflı oluyor ama olsun, nasıl olsa iki aylık bir durum bu. Mümkün mertebe tadını çıkarmak lazım.

4 Haziran 2009 Perşembe

There and back again

http://www.saglik.gov.tr/extras/birimler/basin/bakan/bakanl%C4%B1k.jpg

Uzmanlık programına kayıt için aldığım 5 günlük mazeret iznimle ilgili nice planlarım vardı. Öncesi ve sonrasındaki haftasonlarıyla tamı tamına 9 gün boşlukta neler yapılmazdı ki? Kayıt, Ankara'da en fazla birkaç saat sürecek bir işlemdi-bir saat sürdü zaten-. O işler haledilir, geriye kalan günlerde, mesela;

**Bursa'ya gidilip arkadaş ziyareti yapılabilirdi, sonra İstanbul'a geçilebilirdi. Bunların hepsi bir kaç gün sürebilirdi sadece.

**İzmir'e gidilebilirdi gayet. Çok özlemeden şöylesine bir görülüp geri dönülürdü.

**Adana'da en samimisinden bir kardeşe ziyaret yapılabilirdi, bol bol kebap yenirdi.

Ne mi oldu?

Önce geçen hafta hallolur diye hesaplanan sağlık raporu ancak dün çıkabildi, 4 gün bir anda gidiverdi o 9 günden.

Sonra bu kalan 5 günde Bursa ziyareti yeterince mantıklı gelmedi, İstanbul ise tamamen çılgınlık gibi geldi. Düşünsenize Ankara Bursa arası 6 saat, Bursa İstanbul Arası 3,5 saat, Bunun üzerine Diyarbakır'a geri dönüş ise paha biçilmez olurdu adeta

Adana hala masadaydı (İzmir en baştan elendi, zira daha iki hafta oldu ayrılalı, biraz özlemek lazım) Adanayı ve geçirilecek bir kaç eğlenceli günü katleden ise dün gece başlayan ve bu sabah işkenceli bir şekilde sonlanan otobüs yolculuğu oldu. Ankara'ya neden otobüsle gittiğim konusuna hiç girmeyeceğim. Sadece, yanımda 1,5 porsiyonluk bir amcayla, dondurmak amacıyla açılan bir klimanın tema olduğu 15 saatlik otobüs yolculuğundan sonra, gayet de büyük konuşarak, "bir daha 7 saatten uzun otobüs yolculuğu yapmam" diyorum. Aslında bu kelimeleri kulanmadan derdim ama blogun genel ahlak yapısına ve üslubuna uymuyor.

Velhasıl sabah AŞTİ'ye vardığımda kafamdan geçen tek düşünce, bir an önce işlerimi bitirip en erken uçakla Diyarbakır'a dönmekti. Sağlık bakanlığında saatlerce süreceğini düşündüğüm işimi bitirdiğimde daha öğlen bile olmamıştı. En erken uçuş saat 18'de olduğundan daha Ankara'da geçirilmesi gereken uzun saatler vardı. Yemekti, yemek sonrası içilecek birşeyler derken vakit geçti, ama bu 24 saatlik Ankara gezisini tamamlamak üzere havalanına dönerken aklımdan o şehri hiç sevmediğim geçiyordu.


P.S: Ankara'da eş dost birileri vardı, ama en yakın tarihte gördüğümü en son 3 yıl önce gördüğümden, "ee nasıl gidiyor" ve sonrasındaki karşılıklı sessizlik formatlı bir buluşmadansa yalnız vakit geçirmeyi tercih ettim, efendice uçağıma binip geldim sonra.