Nasıl da yaşlandık, değil mi? Kötü bir şey gibi algılama sevgili okur. Dünya ayaklarımızın altında hareket ederken ne geri gidebiliyoruz ne de yerimizde kalabiliyoruz. Evriliyoruz, değişiyoruz. Aynı zamanda kabulleniyoruz da; zira kırk yaş sonrası hâlimin gülümsemeyle karşıladığı kavramlar, yirmili yaşlarımdaki hâlimi dehşete sokardı. Bu güzel kabullenme hâli hiç de fena değil aslında.
Buraya tekrar dönüp bu yazıyı yazıyor olmamın sebebi, ayaklarımız altında kayan dünyadan bir vakanüvis edasıyla ufak bir anı kopyalamak istemem. Kızım doğduğundan beri (evet!) hayat şu son iki yılda o kadar hızlı elimden kayıyor ki, unutmaktan korkuyorum. Unutuyorum da. Yeni doğduğu zamana dair; 6 aylık koca kafalı, kel fotoğrafları, sıralayıp yürürken çekilmiş videoları olmasa hepsi hızlıca silinip gidecek. Şanslı bir zamanda yaşıyoruz; benim kendi bebekliğime ait bir fotoğrafım varken kızımın binlercesi var ama sanki sadece fotoğraflar ve videolar o anların elimden kaymasını engellemeye yetmiyor gibi geliyor. O anlardaki hislerimi, düşüncelerimi, korkularımı, kaygılarımı, mutluluğumu unutuyorum. Belki gelip buraya bir şeyler karalarsam, en azından tam olarak bu an bende kalabilecek diye hissediyorum.
Çocuk sahibi olmanın ne kadar da farklı olduğunu, nasıl da sihirli bir his olduğu gibi klişelere girmeyeceğim; çünkü başlarsam beni durduramayabilirsiniz. Çevremdeki diğer insanların yaşadığı ve benim onları gözlerimi devirerek izlerken gördüğüm her şeyi ben de yaşıyorum. Herkesi anlıyorum; başıma bir şey gelmesin hissini anlıyorum, kırk derece ateşli çocuğun yarı baygın hâlde kucağımda yatarken verdiği çaresizlik hissini anlıyorum, ufak bir kahkaha atsın diye neden şekilden şekile girildiğini anlıyorum... Neyse, klişelere girmeyeceğim demiştim.
Yirmili yaşlarımda Dorian Gray fantezileri kuran hâlimin ara ara nüks ettirdiği korkularım haricinde, kırk birinci yaşım henüz fena geçmiyor. Saçlarım hâlâ benimle ve beyazları görmek için yakınlaşmak gerekiyor; baba göbeğim henüz yok, yüzümde kırışıklar yok. Henüz olmayan şeyler illa ki olacak, zaman durmuyor çünkü; ama mental olarak yaş alma ve olgunlaşıyor olmak hoşuma gidiyor. Baba olmak, getirdiği bütün kaygılara rağmen inanılmaz bir his.
Alttan gelen kuşakların diline, kültürüne ve referanslarına uzaklaşıyor olmak hiç yaşayacağımı düşünmediğim bir durumdu ve evet, oluyormuş. Henüz kuşak çatışması derecesine gelmedim ama hızla oraya yaklaşıyorum. Popüler kültürün şu anki hâlinde kendimden bir şey bulamadığımdan, yirmili yaşlarımda hatta daha öncesinde dinlediğim şarkılara, okuduğum kitaplara, izlediğim filmlere sarılıyorum ve sevgili okur, yeni anlamlar çıkarıyorum. İçinde bulunduğum yaşam dilimine göre yeniden yorumluyorum, lise arkadaşlarımla tekrar görüşüyorum. Şairin de dediği gibi, eski zamanlardan ufak bir tat her şeyi daha güzelleştiriyor.
Bence işte yaşlanmak (yine kötü anlamda değil), işte tam olarak bu! Lover, You Should’ve Come Over şarkısının ikinci kısmı artık bana hayali ya da yaşanmış aşk hikâyelerinin üzerine dertlendirmiyor; aksine Jeff Buckley, bütün krallığını bir omzun üzerine kondurduğu öpücüğe, bütün servetini bir gülümsemeye, bütün canını bir kahkahaya değişmek isterken aklıma kızım geliyor. Bu aklıma gelenler, tutamadığım zaman gibi elimden kaymasın, unutulmasın diye; güzel kızım Stella da onu ne kadar sevdiğimi bir gün belki okusun diye buraya yazıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder