Son yazıların giderek kişiselleşmesi, beni rahatsız etmeye başladığından artık bir süre biraz daha non-spesifik konulardan yazmaya karar verdim. Bu hususta ilk atacağım adım 25 Nisan 2006 gününü anlatmak olacak, yani
Leicester'daki kongreye geçmeden önceki günü anlatmak...
Sabah 04.00'te uyandım, İstanbul'a vardığımda saat 8'i,
Londra'ya ise vardığımda saat 11'i geçmişti. Yerel saat 9'u gösteriyordu yani 2 saat kazanmıştım:)
Heathrow'u terk ettikten sonra Londra'ya literal anlamda ayak bastığım yer
St. Pancras tren istasyonunun önüydü. Tek başımaydım, sırtımda devasa sırtçantam, yanımda sadece
Dost Kitapevinin çıkardığı
londra cartoville'im(bu seri gerçekten çok yararlı ve pratik) ve otel adresi vardı. Otele gitmeden önce internetten ertesi gün için aldığım Londra-Leicester tren biletini bastırmam gerekiyordu. 2005 yazı dışında yurtdışı gezilerinde hep sağlamcı oldum. Gideceğim şehirdeki hostel-otel rezervasyonlarını hep önceden internetten hallettim ve eğer mümkünse gideceğim ülkedeki gezilerimin tren-otobüs biletlerini de önceden aldım. Bunun ciddi anlamda yararını gördüğümü söylemeliyim,hem maddi hem manevi yararını... Kimileri bunu sıkıcı bulur, asıl güzelliğin yaşanacak belirsizlikte, macera'da olduğunu savunurlar ama ben şahsen kilolarca yükle bilmediğim sokaklarda gezip otel aramakta, internetten rahat ve birkaç kat ucuza alabileceğim bir tren biletini bulamama sıkıntısını çekmekte güzellik göremiyorum. Nitekim bu gezimde de önceden internetten tren bileti almanın yararını görmüştüm. Gidiş dönüş için 16 pound verdiğim bilete, eğer o an istasyondan alsaydım sadece gidiş için 35 pound vereceğimi öğrenmek beni mutlu etti. Bilet bastırma işi bittikten sonra
Circle hattıyla Otelin yakınlarında bulunduğu,
Bayswater istasyonuna doğru giden metroya bindim.
Oteli yıllardır biliyormuşcasına kolayca buldum, saat 10'a geliyordu. London House adlı bu vasatın altındaki otel
Kensington'da,
Notting Hill'e oldukça yakındı. Giriş işlemlerini yapıp, yükümü atıp hemen sokağa fırladım. Biraz civarda dolaşıp alışveriş yaptım, Her şehirden aldığım ve üzerinde şehrin ismi-ufak bir resmi olan tabaklardan ve eşe dosta küçük hatıralar aldım, gözüme çarpan bir alışveriş merkezine dalıp
H&M ile hasret giderdim. Artık bir günlük şehir turuna hazırdım. Amaç gün ışığında bütün fotoğraf çekilecek yerleri gezip hava kararınca Notting hill'e geri dönmekti. Vakit az olduğundan Thames nehri civarından çok içlere girmemeyi tercih ettim.
District hattının beni getirdiği Tower Hill istasyonunda inip ilk durağıma vardım.
Tower of London. Hem saray hem kale hem de hapishane olarak kullanılmış bu devasa yapıdan pek hoşlanmadım. Dışından şöyle bir iki fotoğraf çektim, çevresini gezindim. Girmeye yeltenmedim bile, kısıtlı vaktimin yarısını çalabilecek potansiyele sahipti. En baştan beri gözüme kestirdiğim
Tower Bridge'e yöneldim.
Yukarıdan Londra manzarası muazzamdı, eski klasik yapıların yanındaki, yeni cam ve çelik binalar çok sırıtmıyordu. Hava bulutluydu ama yağacağa benzemiyordu, o gün yağmadı da. Fotoğraf hevesim bitince içeride oluşturulmuş ufak sinema salonuna geçip köprünün yapım hikayesini izledim. Daha fazla oyalanmadan aşağı inip, köprünün karşı tarafına yöneldim. Saat 2'ye geliyordu.
Nehir kenarından ilerliyordum, üşüdüm, sonra sadece benim üşüdüğüme karar verdim, insanlar yazlıklarla ve askılılarla dolaşıyorlardı. Londra için sıcak bir gün olmalıydı, ceketimin yakalarını kaldırarak devam ettim, elimdeki şemsiye fazlalık yapmaya başlamıştı.
Önüme ilk
Southwark Katedrali geldi, Bin yıldan fazla bir süredir varlığını sürdürmüş, bu esnada sayısız kez yeniden inşa edilmişti. Dışında bir tur atıp fotoğraflamaya çalıştım, kadraja girmedi, sinirlenip içeri girdim. Tahta sıralardan birine oturdum ve cam işçiliğini takdir ettim. İçeride katedrallere özgü o derin sessizlik ve serinlik vardı. Bu kombinasyon, her zaman olduğu gibi beni yine ürpertti. Tekrar dışarı çıktım, taş avluda biraz gezindikten sonra katedrali geride bırakıp devam ettim.
London Bridge oldukça sıradandı, ilki 2000 yılı aşkın bir süre önce yapılan köprü aynen katedral gibi bir çok defa yeniden inşa edilmişti, hatta öyle ki 18. yy sonundaki versiyonu Arizona,ABD'ye satılmış. Evet, adamlar bildiğiniz köprüyü satmışlar ve daha ilginci alan petrol zengini adamın niyeti koskoca Tower Bridge imiş... Sözün özü, asıl olayın London Bridge fikri olduğuna kanaat getirip yoluma devam ettim.
Vinopolis'ten geçerken dar sokaklar ve ufak tuğla kemerler beni hemen praktica'ma yöneltti. O ışık azlığında berbat olacağına bile bile birkaç kare çektim. Arka sokakların birinde ufak bir bistro buldum ve öğle yemeğini her turistin yapacağı gibi fish and chips yiyerek geçiştirdim. Saat 4'e yaklaşıyordu ve
Tate Modern 6'da kapanacaktı.
Tate Modern, eski bir elektrik santralinden bozulup yapılan bir modern sanat müzesi. Hep sevmişimdir modern sanat müzelerini, diğer müzeler sıkıcı gelir belli bir aşamadan sonra. Ama modern sanat müzelerinde başından sonuna kadar sizi şaşırtacak, küçük bir çocuk edasıyla hayrete düşürecek şeyler bulmak mümkündür. Ondan dolayı büyük bir iştahla gezerim hep, bitmesin isterim. Tate Modern kesinlikle benim gördüklerim arasında en iyisiydi. Eğlenceli bir saat geçirdim.Ayrıca, fotoğraf çekmek isteyenler millenium bridge ve St. Paul'u aynı karede alabilsinler diye müzenin nehre bakan ve millenium bridge hizasındaki camlarına ufak pencerecikler yerleştirmişler. Bu kadar uğraşı kırmak olmayacağından bir iki kare de ben çektim.
Millenium Bridge'i geçip
St. Paul Katedraline vardığımda, kilisenin restore edildiğini görmek şaşırtmadı beni, gittiğim her şehirdeki büyük yapılar restore ediliyor olurdu. Gazeteci çocuktan bir tabloid alıp devam ettim. Cannon street boyunca ilerleyip, Büyük Londra yangını anısına yapılmış 62m yüksekliğindeki
Monument'e vardım. 1677'de yapımı tamamlanan bu yapının o tarihte dünyadaki en büyük yapı olduğunu söylüyordu cartoville ve 300 yıldan fazladır ayaktaydı...
Hava nerdeyse kararacaktı. Son durağım Parlemento binası ve
Big Ben'e hava kararmadan önce varıp klasik turist resimleri çekmek istiyordum. Bu yüzden metro istasyonuna giderken adımlarımı sıklaştırdım. Mesai bitmiş olacaktı ki yoldaki Publar ağzına kadar doluydu, hatta insanlar biralarını ayakta, pubların önünde içip boş bardakları kapının önüne bırakıyorlardı. Metro'ya binmek iyi gelecekti, zira ayaklarım alarm vemeye başlamıştı bile. Metroda aldığım gazeteye biraz göz gezdirdim. Önceki gün
Arsenal'in Şampiyonlar Ligi yarı finali ikinci ayağında
Villareal'i zorlanarak yendiğini öğrendim. Bir gün evvel Londra'da olsam
Highbury'e gidip maçı izler miydim diye düşündüm, niyet etsem bilet bulunur muydu? Merak ettim... Bu arada
JENSational başlığıyla, iyi bir maç çıkaran Jens Lehmann'a gönderme yapan gazete bana
Yendik MiLAN başlığı ve star gazetesini hatırlattı.
Gün ışığını kaybetmeden Big Ben'e kavuşmuş ve fotoğrafları çekmiştim. Big Ben'in önünden geçen Double decker otobüs resmimle herhangi bir "İngiltere'de dil kursu" broşürünü süsleyebilirdim! Hatta SLR makinemle çekilen, içinde benim olduğum ve düzgün becerilmiş, yüzümün bulanık çıkmadığı nadir resimlerden birine sahip oldum.
Böylece günün sonuna gelmiştim ve ölmek üzereydim. üç saatlik uykuyla, içi kum doluymuş hissi veren gözlerimle gün boyunca durmadan dolaşmıştım. Metroyla kensington'a dönüp gördüğüm ilk fastfood dükkanına dalıp karnımı doyurdum, yapılacak iki şey kalmıştı: Ufak bir pubda bir iki bardak
Guiness ve hemen sonra otele gidip uyumak.
Hyde park ve
Portobello Road'da kahvaltı ertesi güne Leicester yolculuğu öncesi birkaç saate, Londranın kalan turist aktiviteleri Leicester'dan döndükten sonraya kalmıştı...