Üç haftadır yazmıyorum, yazamıyorum. Zaten garip davranan sevgili bilgisayarımın önüne oturabildiğim kısa sürelerde bir şeyler izlemeyi, veya yazmaktan çok okumayı tercih ediyorum. Evet, anahtar sözcüğümüzü de verdik çaktırmadan: Kısa süre... Şimdi yazıya başlayabiliriz.
Aylar süren ertelemelerden sonra iki hafta önce nihayet okuldan çıkış belgemi aldım. Erteliyordum, çünkü
12 Nisan'daki
TUS sınavından önce mecburi hizmet atamasıyla göreve başlamak istemiyordum, bu yüzden "mezun gözükmeyelim de isimlerimiz bakanlığa gitmesin" mantığıyla türlü uğraşlarla ocak sonuna kadar çıkış işlemlerini yapmadım. Ne mutlu ki Mart sonuna kadar atamam yapılmayacak ve TUS'tan bir hafta sonra göreve başlayacağım.
Yani 6 küsür yıllık süren Tıp Öğrenciliği macerası da
A4 kağıda basılmış bir kağıda yazılı bir kaç cümlenin belgelemesiyle bitmiş oldu. Öyle bir A4 kağıt ki, üstünde yazdığına göre devlet hizmet yükümlüsü olduğumdan değil diploma, mezuniyet belgesi bile verilmiyormuş bana.
Devlet hizmet yükümlüsü... Mecburi... Ne kadar güzel bir kelime değil mi?
Mecbur olmak.
Özetle Devlet babamız diyor ki;
"Sen 6 sene okudun, mezun oldun, ama ben sana diplomanı, 300 ile 500 gün arasında değişen mecburi hizmetini yapmadan vermiyorum. Yani bu hizmeti yapmazsan doktorluk mesleğini icra edemezsin, hiç bir yerde çalışamazsın, o yüzden paşa paşa yapacaksın. Haa uzmanlık sınavına girip kazanırsan gidip uzmanlık eğitimini görürsün, ama asistanlığın bitince de uzmanlık belgene el koyacağım, o zaman da seni mecburi hizmete gönderecek, o hizmet bitmeyene dek sana uzmanlık belgeni vermeyeceğim, dolayısıyla da yapmazsan yine hiç bir yerde uzman olarak çalışamayacaksın""Hizmet gitmeyen yerlerin de doktora ihtiyacı var" populistliğine girecek insanlara peşinen şunları söylemek isterim. Ben de o bölgede yetiştim, elbette herkesin sağlık hizmeti almaya hakkı var. Bu en temel insani haklardan biridir, lakin sen birine hak vereceğim diye başka birinin temel haklarından birini elinden alırsan o zaman bu ülkenin çarpıklıklarına başka bir örnek daha eklemiş olursun. Evet, doğuya, İç Anadolu'ya, Doğu Karadeniz'e, Ege'nin iç kısımlarına da sağlık hizmeti gitsin, ama doktorların seçme hakları ellerinden alınarak gitmesin. Teşvikler, ek tazminatlar, kıdem vb. bir sürü yöntem varken, ki emin olun bunlar işe yarayacak yöntemler, en masrafsız ve en kanunsuz yöntemi seçmek aypıtır, yazıktır... Ama ne yazık ki mevcut durum da budur.
Bunun bana yansıması da yarattığı iki senaryo ile oluyor: Önce iyi senaryo ile başlayalım
İyi senaryo: Mart'ın son haftası mecburi hizmet kuraları belli oluyor. Bana
Diyarbakır Merkez, ya da herhangi bir ilçesinin merkezi çıkıyor. Tüm aile genelinde sevinçle karşılanıyor, akabinde 12 Nisanda TUS'a giriyorum. 13'ünde sınavın iyi geçtiğini, İzmir'de istediğim bölümlerden birine yerleşeceğimi anlıyorum ve hemen Diyarbakır'a göreve başlamaya gidiyorum. Mutlu bir şekilde gidiyorum zira kazandığımdan dolayı, uzmanlığa başlama yazım gelene kadar en fazla üç ay çalışacağım. Ayrıca memleketim çıkmış bana, evim, arabam, ablam, minik yeğenim... Her şey hazır. Üç ay boyunca güzelce çalışıyorum, hafta sonları bol bol geziyorum, hafta içleri iş çıkışı
Arda'yla sanat sokağında nargile içiyorum. Üç ay geçiyor,
Temmuz'da
İzmir'e dönüp uzmanlığa başlıyorum ve sonsuza kadar mutlu yaşıyorum.
Kötü senaryo: Martı'n son haftası mecburi hizmet kurasında bana ülkenin en ücra köşesindeki şehrinin, en ücra köyü çıkıyor. Aile geneli üzülüyor. 12 Nisanda TUS'a giriyorum ve 13'ünde, ne yazık ki beni İzmir veya Manisa'da istediğim bir uzmanlık programına yerleştirecek bir puan alamayacağımı anlıyorum ve o can sıkıntısıyla gidip o, ücralıkların birbiriyle çarpılıp ortaya çıkardığı sonuç olan köye göreve başlıyorum. Bir sonraki sınav
Eylül'de olacak, en azından 7-8 ay burada olacağım. Kaldığım yer temiz ve rahat değil. Bir yandan her gün saat 8-5 arası hasta bakmam gerekiyor, bir yandan da eylül sınavı için ders çalışmam gerekiyor. İkisi bir arada çok iyi gitmiyor. Bunun bilinciyle Eylül sınavının da kötü neticeleneceği fikrine inandırıyorum kendimi, bu hiç yardımcı olmuyor, zaten yıpranmış motivasyonumu da berbat ediyor. Önümde sadece bir kaç ay kalmış bir şekilde Eylül TUS'unu bekliyorum...(daha devam ederdim de içim ezildi yazarken)
İki ay kaldı TUS sınavına, sadece iki ay. Yukarıdaki senaryoların baskısıyla her gün kütüphanede geçen saatler... İyi senaryoya dair hayaller... İşte bu günlerim böyle geçiyor. Bakalım hangisi olacak? 3 ay sonra göreceğiz, Ya buradan mutluluk dolu postlarla herşeyin ne kadar da yolunda gittiğine dair yazılar yazacağım, ya da internete dahi ulaşamayacağım yerlerde olacağım...
3 yorum:
neyin iyi neyin kötü olduğu ancak iş bitince anlaşılır.
hayırlısı olsun de kafanı fazla yorma.
içim parçalandı lan. görüşelim hemen yarın...
Think pink, be pink diye bir laf var, bizdeki iyi düşün iyi olsun : )
Yorum Gönder