31 Aralık 2009 Perşembe

'010

Christmas ne olm sayın google images, bu kez kınadım seni



Hastanede nöbetçi olarak giriyorum, sanırım en güzel yeni yıl hediyesi bugün yaptığımız vakaların kanamamaları olacak. Çok da sorun değil aslında, plan yapma anksiyetesi yaşamadım en azından, bir de Regina Spektor var, tatlı tatlı Fidelity söylüyor...

"And suppose I never ever met you
Suppose we never fell in love
Suppose I never ever let you kiss me so sweet and so soft
Suppose I never ever saw you
Suppose we never ever called
Suppose I kept on singing love songs just to break my own fall"

Şu blogu takip eden 65 kişinin ve yaklaşık 10 bini ben olsam kalan 35 bin ziyaretçinin hepsinin yeni yılı kutlu olsun o zaman

30 Aralık 2009 Çarşamba

Ekşi Sözlük

http://beerserk.files.wordpress.com/2008/12/eksi-sozluk.jpg

An itibariyle 8 yıllık okurluk, 2 yıllık yazarlık dönemimi noktalayıp, pılımı pırtımı topladım, kapıyı arkamdan kapattım.

Çok uzun saatler geçirdim sözlükte, toplasanız belki onlarca gün eder, çok da eğlendim, sonsuz trivialar edindim, ama artık değişen profiliyle sözlüğe, sözlüğün yeni ve kollektif duruşuna, fikrine ve tepkilerine ait olmadığımı anladım.

İçinde bulunduğunuz ortamda canınızı sıkan bir şey varsa o ortamı değiştirmeye çalışırsınız, eğer değişime dair hiç bir umudunuz kalmadıysa da orayı terkedersiniz. Kimine göre gitmek, korkmak, kolaya kaçmaktır, lakin bahsettiğimiz konu ekşi sözlük gibi hayati önemi olmayan bir internet sitesiyse, korkmakmış, kolaya kaçmakmış düşünmez, hesabınızı kapatır gidersiniz...

Thanks for all the fish diyorum yine de

28 Aralık 2009 Pazartesi

What I really need...

...is what makes me bleed.

http://userserve-ak.last.fm/serve/_/285494/Damien+Rice++Lisa+Hannigan.jpg


...aşağı yukarı şöyle bir şey oluyor

Sevdiğimiz şarkıları içselleştiririz, ama bazıları vardır ki birebir bizi anlatır, bizimle tamamen örtüşür.

Damien Rice'ın Volcano'sundan bu blogda bir kaç kez daha alıntı yapmışımdır. "O" albümünün en güçlü parçalarındandır. Şöyle bir Bridge kısmı vardır ki asıl beni tavlayan yeridir:

"What i give to you
is just what i am going through
This is nothing new
No, no just another phase of finding
What i really need, is what makes me bleed
like a new disease
Lord, she's still too young to treat"

Bunu ilk dinlediğimden beri yaşadığım döngülere bakıyorum, bile bile yanlış insanları seçip onlara hep içinde bulunduğum dönemi yaşattığımı görüyorum. Hep benim yaşadıklarımın, yaşayacaklarımın ya da hayatımdaki dönüm noktalarının arifesinin oluşturduğu ajandaya göre hareket etiğimi, ettirdiğimi anlıyorum. Kendimi buluşlarımın her seferine denk gelenleri görüyorum.

O zaman anlıyorum ki benim asıl ihtiyacım olan belki de beni acıtacak, kanatacak birisi. Özleyeceğim, belki bir iki günlüğüne görmek için yüzlerce kilometre yapmaktan üşenmeyeceğim... Gerçekten aradığım, ona attığım her adımı yavaş yavaş atıp, aradaki hızlanmalarda "acaba çok mu gittim" diye endişeleneceğim birisi, Ona yolladığım her mesaja, ona söylediğim her söze alt metin katacağım gibi; onun bana söylediği, bana söylemediği her sözde alt metin arayıp, belki o alt metinlerde kendimi bulurum diye umutlanacağım kişi.

Şimdiye kadar hep ne istemediğimi bildim, neleri sevmediğimi sıraladım, nelerden nefret ettiğimi anlattım, ama artık ne istediğimi de biliyorum.

Öyleyse gel ey imkansız olan, korkma, ben kanamaya hazırım.

25 Aralık 2009 Cuma

2009

http://media.comicvine.com/uploads/0/9055/810354-motivational_christmas_super.jpg

Hayatımın en hareketli, en fazla değişim getiren yılı oldu belki de 2009. Peki, hep beraber hatırlayalım madem neler olmuş.

Previously on October Swimmer:

Ocak, Şubat ve Mart: Tus çalışmakla geçen karanlık aylar, bir de daha da devam edilse çözülmesi ve düzeltilmesi güç bir hatayla süslenmiş. Depresyon had safhada. Bir kaç ay sonra ne olacağı, nereye gidileceği tamamen belirsiz. Hayatın yüzde 60'ı kütüphanede geçiyor. En büyük dert, her gün oturulan masanın boş olup olmadığı.

Yahu yazarken sıkıntı geldi yine...

Ha unutmadan bir de TUS kampı vardı Mart'ta.

Nisan: TUS sınavı, sınav sonucunun belli olması, büyük bir rahatlama ve özgürleşme hissi. Alfa 147, Mecburi hizmet tercihleri, yavaş yavaş şekillenmeler...

Mayıs, Haziran, Temmuz: Diyarbakır'da Mecburi hizmet, özler et lokantası, künefeci levent usta ve dokunmatik sipariş aparatları, buket lahmacun, sanat sokağı ve beyaz kafe'de nargile, önce Yiğit'in sonra Cansu'nun ziyaretleri, Mardin ve Midyat gezisi, Arda, Nostalji, köklere dönüş, o yeşil apartman, her gün işe giderken yapılan 120 kilometre, Ergani, bereketli köyü, sağlık memurum Hacı Bey'in "Hucam, Ahmetli'ye gidelim, poliklinik yapalım, dünerimiz artsın" demesi, saf bir rahatlık hissi...

Ağustos, Eylül, Ekim:  ihtisasa başlayış, mecburi hizmetteki her anlamıyla kebap olan ortamın yerini birden ayda 10 refakat nöbetli yoğunluğa bırakması, bir kaç ayda öğrenilen şeylerin haddi ve hesabının olmaması, uykusuz geceler, burun kanamaları, kulak ağrıları, yeni bir ortam, yeni bir ev, yeni bir hayat...

Kasım: Acil rotasyonu ve getirdiği ilginç uyku döngüsü, birden tüm hastaneyi ani bir şekilde tanımayı getiren çalışma şekli, domuz gribi, "Doktor bey, serumumuz bitti", "Hocam, bizim tahlil sonuçları çıkmadı mı?", "Hocam daha çok kalır mıyız burada" ifadeleri, soruları. Akineton yaptırmaya gelen madde bağımlıları, En güzel gününün son gün olduğu bir rotasyon

Aralık: Kliniğe geri dönüş, nöbet sayısının tekli rakamlara düşmesi, iş yükünün azalması, yaşadığını hisseden bünye, eli neşter tutan October, ilk hastasını kaybeden Swimmer. Artık boş vakitlerde bir şeylerle uğraşmaya yeniden başlama ihtiyacı...

...derken bitmiş 1 yıl. Dediğim gibi unutulmayacak bir yıldı. Unutulmaz zaten.
[christmas+sucks+hitler+++motivational+poster+posters+inspirational+funny+demotivational+hot++humorous+pictures+images+girls+babes+www.motivationalpostersonline.blogspot.com++(3).jpg]

Gelelim 2010'dan beklediklerime:

**All I want for christmas is you diyerek daha listenin başından ne kadar da ciddiyetsiz olduğumu gösteriyorum

**Nisan Tusundan bir çömez asistan

**Gitara devam edip eksik olduğum teknik yönüne mi eğilirim, yoksa piyano dersine mi başlarım bilmiyorum ama artık müzik konusunda bir şeyler yapmak istiyorum. Kayıt falan da yapmak istiyorum tekrar, ne kadar dandik de olsalar seviyorum kayıtlarımı:)

**Sağlık istiyorum yahu, evet poliklinik ve ameliyat sayımızın biraz da olsa düşmesini sağlayacak kadar sağlık serpiştirilsin insanların üstüne. Ya da kansere çare bulunsun artık da kendimizi kasap gibi hissetmeyelim istiyorum.

**Yiğit TUS'u kazansın, benim hastanemi kazansın istiyorum

**Başka da bir şey istemiyorum, nasıl da ufak şeylerle mutluluk potansiyeli olan bi insanmışım, bilememişim. Gerçi kansere çare bulunmasını istemişim yukarıda ama olsun.

Beni izleyen, bu blogu ziyaret eden ve bunları okuyanların da istedikleri gerçekleşsin istiyorum da çok dandik bir temenni oldu, o kadar istek nasıl gerçekleşecek:)

22 Aralık 2009 Salı

Son ses


Geliyorlar, seslerini bırakıp gidiyorlar...


Bizim için hepsi rutinin birer parçası. Poliklinik günümüzü ameliyat günü izler. Bir sonraki gün ameliyat olacak hastaların yatışı poliklinik günü yapılır. Akşamında hastanın öyküsü alınır, fizik muayenesi yapılır, ameliyat için onamları alınır ve dosyası doldurulur. Artık hasta ameliyat için hazırdır.

KBB'nin rutininde septoplasti gibi burun kıkırdağının düzeltilmesi ameliyatı, burun estetiği ve bademcik ameliyatı gibi sevimli ameliyatlar önemli yer tutsa da, kanser ameliyatları da sürekli olarak yaptığımız ameliyatlardan. Özellikle eğitim araştırma ve üniversite gibi referans hastanelerinde ise onkolojik ameliyatlar kaçınılmaz oluyor.

Aralarında beni en çok etkileyenler gırtlak kanseri olanları. Zaten ne zaman poliklinikte orta yaşlı, sigara kullanım öyküsü olan ve ses kısıklığıyla gelen bir erkek hastaya rastlasam içim sızlıyor. Çünkü endoskopu elime aldığım an ses tellerinde neler göreceğimi biliyorum. Ülkemiz hasta profilinde hastaneye iş işten geçtiğinde gelmek yaygınken, ne yazık ki erken tanıyla yaşam konforu değişmeden kurtulacak çoğu hastanın gırtlağını tamamen veya tamama yakın çıkarmak zorunda kalıyoruz.

Gırtlağını tamamen çıkarmak zorunda olduğumuz hastalarda soluk borusunu boğaza açtığımız deliğe ağızlaştırıyoruz. Hasta artık boğazından nefes aldığı gibi. Gırtlağın bir parçası olan ses telleri de gittiğinden hastanın artık sesi fısıltıdan bile az çıkıyor.
İşte en çok bu hastaları hazırlarken üzülüyorum, en çok bunlara ameliyatlarını anlatırken, bilgi verirken etkileniyorum. Bir daha seslerinin çıkmayacağını, boğazlarına kalıcı bir delik açacağımızı anlatmak gerçekten zor. Boyunlarını büküp çaresiz kabulleniyorlar. Bazısının gözleri doluyor. Belki bir daha çıkmayacak sesleriyle bir kaç çekingen soru soruyorlar, teşekkür edip yataklarına gidiyorlar...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Paralel evrende "Cumartesi"

http://quakeragitator.files.wordpress.com/2008/08/slideshow_06.jpg

Bazen kelimeler o kadar tehlikelidir ki, akıldakini açık açık yazmak-yersiz ve zamansızsa- onulmaz yaralar bırakır.

...yavaşça kafenin üst katına çıktım. Neden bilmiyorum ama toplamda yirmiyi geçmeyecek basamakları tırmanmam uzun zaman aldı. Yine de yukarı çıkabilmiştim, önemli olan buydu. Bir sürü boş yer vardı, yine de normalde yaşadığım "boş otopark sendromu"nu yaşamadım. Oturacak yerimi biliyordum.

Oturdum, bilgisayarımı açtım ve yazmaya başladım. Her şeyden yazıyordum. Kafenin arkaplanda çalan müziğine rağmen benim fonumda Damien Rice- Cannonball'u söylüyordu. Ya winamp'ta çalıyordu, ya kulağımda kulaklıkta, ya da kafamın içinde. Önemli değildi. Damien Rice, Cannonball'u söylemeliydi işte.

Sonra O geldi. O da programlanmış gibi oturacağı yeri biliyordu. En uzağımdaki masaya oturdu. Önündeki kağıda bir şeyler çiziktiriyordu. Arada ise masaya koyduğu fotoğraflara bakıyordu. Detayları seçemeyeceğim kadar uzakta oturuyordu, yine de fotoğraflardaki bir kaç yüzü çıkartabildim. Etrafla ilgilenmiyordu, kendi dünyasında bir şeylerle uğraşıyordu.

İzlemeye devam ettim. Uzunca bir süre sadece izledim. Her hareketini izledim. Uğraştığı her şeyi ben de biliyordum sanki. Yine de bir şey demeden izlemeye devam ettim. Benliğimin yarısı, ne kadar uzak olursa olsun seslenmemi, bir şekilde dikkatini çekmemi istiyordu. Diğer yarısı ise bunun hiç de iyi bir fikir olmadığını savunuyordu. Kafedeki o kadar insanın içinde en uzağındaki masada oturan insana seslenmek pek uygun bi hareket değildi. Üstelik her şeye rağmen seslenecek cesareti bulsam bile O dönüp bakmazsa kafeyi terketmek zorunda kalabilirdim. Evet, diğer yarım anksiyete senaryoları uyduruyordu. Biraz evham, biraz gerçeklik... Aradaki uygun oranı bulmalıydım sadece.

Dediğim gibi uzunca bir süre izledim onu, sanki aylar, hatta yıllar geçmiş gibiydi. Neden sonra cesaretimi toplayıp seslendim. Kimse oralı olmamıştı. Sanırım onun dışında kimse duymadı. O ise yaptığı işten başını kaldırıp bana baktı ve gülümsedi.

Yanına gitmedim, masalarımızın arası çok uzaktı. Bağırarak konuşmaya başladık, kimsenin umrunda değildi nasıl olsa. Rahatsız hissetmedim, rahatsız hissetmedi. Ne hakkında konuştuğumuz önemli değidi. Yine de konuştuk, konuşabilmek önemliydi. Beklentisiz konuştuk, sohbet miadını doldurunca da vedalaştık. Bilgisayarımı çantama koydum ve soğuk sokağa çıktım.

İnce giyinmiştim, soğuk içime işliyordu ama mutluydum. Mutlu ya da mutsuz olmamı gerektiren bir durum yoktu, buna rağmen gülümsememi gizleyemiyordum. Ertesi günü bekliyordum. Yine aynı kafede aynı masaya oturmayı, onun da aynı masaya oturmasını beklemeyi. İkimizin de masaları belliydi çünkü. Birbirine uzaktı ama yine bağırabilirdim. Bağırarak konuşabilirdim. Konuşmaya bu kez nasıl başlayacağımı bilmiyordum ama bir yolunu bulurdum.

Kim bilir belki bir gün aynı masaya da oturabilirdik. Benliğimin oyunbozan yarısı sinsice sırıtıyordu. "Bu kez iyi kıvırdın, ama kendi yararın için çok kaptırma, üzülmeni istemem; çünkü üzülünce beni de üzüyorsun" dedi. Haklıydı, ne diyebilirdim ki?

17 Aralık 2009 Perşembe

mük kemmel



...gel bi çayımı iç Murat Elhamri, kimsin nesin?

12 Aralık 2009 Cumartesi

cumartesi



Ani bir kararla hastaneden kendimi dışarı attım. Ahmak ıslatan yağıyordu, sağnak potansiyeli vardı ama o da karar verememiş olacak ki bir yağdı bir durdu, sonra sıkıldı yağmamaya karar verdi, en azından şu ana dek...

Önce alışveriş yapacaktım, bu ay hiç bir şey almamıştım ve ne alacağımı bilmesem de alışveriş yapmak istiyordum. Ne istediğini bilmek lazım, zaten o yüzden bir şey alamadım. Düz siyah bir kravat dışında... Ne yapacaksam?

Aklımda alışveriş sonrası elimdeki kağıt torbalarla (poşet demiyorum dikkat et!) bir yere oturup bir yorgunluk kahvesi içmek vardı. Aldıklarımı ve yanımda taşıdığım çantamı zorla boş sandalyeye sığdıracak, o esnada aşırı sessiz ortamda kahvemi içerken ister yanımdaki bilgisayarımdan biraz boyun anatomisi bakacak ya da yanımda taşıdığım ve sadece ilk sayfasını okuyabildiğim kitabımı okuyacaktım ve bu esnada hiç sıkılmayacaktım.

Ama şöyle oldu: Üç mağaza dolaştım, sırf alışveriş yapmak için çıktığımdan ve ne istediğimi bilemediğimden hiç bir şey alamadım. Beğendiğim şeyler zaten o mağazalardan daha önce aldığım şeylerdi. Sonra sakin bir yer yerine nedense Starbucks'a girdim. Huzur dolu bir iki saat geçireceğim derken haftasonu diye dersaneyi asan 7-8 li ergen grubun olduğu üst katta buldum kendimi. Laptoptan anatomi bakmadım, Facebook'a girdim, Twitter'dan millete laf yetiştirdim ve sıkıldım, evet sıkıldım. 2 saatlik kaçamağım pek memnun edici değildi. O hariç...

Onla toplamda 3 kelime konuştum. O bir kaç kelime daha söylemiştir. 3 kelime dedik ya açalım:
Yukarıda, o Starbucks vurdumduymazlığıyla kirli bırakılmış masalardan hangisinin boş olduğunu anlamaya çalışırken bana, okuduğu kitabından gözünü kaldırıp yanındaki masayı işaret ederek "burası boş" dediğinde "Boş mu" karşılığını vermekle iki; daha sonra tuvalete giderken masasını soranlara dolu dememi rica ettiğinde ise "Tabi" demekle üç kelime konuşmuş oldum Onla.

Görenin nefesini kesecek bir güzelliği yoktu. Aslına bakarsanız çoğu insanın "güzel" diye nitelendirebileceği biri bile değildi belki de. Çekici kısmı naif olmasıydı ama utangaç değildi. Girişkendi, sohbet canlısı gibi görünüyordu.

Yalnız oturuyordu, ben de yalnızdım. Benle iki defa kendiliğinden etkileşime geçmişti. Masalarımız ayrı masalardan bile sohbet edebilecek kadar yakındı bu nedenle bir kaç defa göz göze geldik. Yine de ben sohbete başlama teşebbüsünün uygun olup olmayacağını düşünüyordum. Tanımadığınız bir karşı cinsle böyle bir durumda ya konuşursunuz ya da konuşmazsınız. Konuşmayı düşünmezsiniz, düşünürseniz zaten konuşmayacaksınız anlamına gelir, üstelik hem konuşmayacaksınız hem de bunun üzerine kafa yoracaksınız anlamına gelir. Ben de öyle yaptım işte, sohbet etmeye teşebbüs etmedim. Düşündüm ve tabii ki vazgeçtim. Hatta bana yerine göz kulak olmamı rica edip lavaboya gittiğinde, geri döndüğü zaman ne söyleyeceğimi bile derledim. Ciddi bir tavır takınıp "Kimseyi oturtmadım buraya" dedikten sonra ortamın ne kadar da gürültülü olduğundan şikayetçi olup sohbete başlamayı planladım. Oysa lavabodan döndüğünde bana "teşekkürler" gülümsemesi attı ben de ona "hiç önemli değil" gülümsemesiyle karşılık verdim.

Sonraki bir saatte ben aldığım muffinin her bıçak darbesiyle dağılmasından hayal kırıklığına uğradım, her gün onlarca kez girdiğim siteleri bir kez daha dolaştım, kesmeyince telefonla konuştum, O'nu göz ucuyla izledim. O ise aynı sukünetle Ahmet Ümit'in Kukla'sını okudu, (Masasının üzerinde ayıraç olarak kullandığı bir fotoğraf vardı. Bir asker savaş uçaklarının arasında, pistte poz vermişti. Ya abisi ya sevgilisiydi. Kesin abisiydi...) arada duruşunu değiştirdi, temizlik için gelen personele yardımcı oldu.

...dışarı çıktığımda içeri ne kadar sıcak ve boğucuysa en az aynı etkide olan bir soğuk suratıma vurdu. Bir an kapının önünde durdum. İçeri girmeyi, yukarı çıkıp masasına oturmayı ve en azından telefon numarasıyla sonuçlanacak bir girişimde bulunmayı düşündüm. Belki o da benim gidişimi izlerken aynı şeyleri düşünüyordu, bilemezdim. Merdivenleri inerken bana kaşlarını kaldırıp bakmasını neye yoracağımı bilemezdim. Üstelik telefonla konuşmayı sevmiyordum bile...

Giden


Şu hayatta tanışması ve arkadaş olması gereken insanlar bir şekilde tanışıyorlar.

Tanışmamızın üzerinden 3 yıl geçti. 3 yılda senin uzun olan saçların kesildi, aşık oldun, okulu bitirdin; benim saçlarım kesildi, sonra uzadı sonra tekrar kesildi:) doktor oldum, mecburi hizmete gittim, geri geldim, uzmanlığa başladım ve sen şimdi askere gidiyorsun...

Bu 3 yıl içinde hayatımdaki sabitlerden biri olduğun için, aracılığınla en az senin kadar muazzam(bu senin kelimen:) insanlar tanımamı sağladığın için sağol karşim. Bahar geldiğinde seni Bostanlı'da uğurladığımız dazlak kafanla karşılayacağız merak etme. Çabuk git, çabuk gel.

1 Aralık 2009 Salı

Güncellemeler 13: Acil Servis


**Kasım ayını hastanemin acil servisinde zorunlu rotasyoner hekim olarak geçirdim. Emin olun güzel bir deneyim değildi.

**Acilde çalışmak için yanlış ayı seçmişim, bir dakika durun. Ben seçmedim. Hiç bir yönetmelikçe meşru olmayan bir rotasyon sonucu orada çalışmak zorunda kaldım ve benim için kasım ayını uygun görmüşler.

**Yanlış zaman? Çünkü malumunuz o çok konuşulan Domuz Gribi namı diğer H1N1, namı diğer A tipi Pandeminin coştuğu zamandı kasım ayı. "Domuz gribine inanmıyorum ben hacı yea, hepsi ilaç şirketlerinin, aşı satmak için..." kuplesiyle başlayan konuşmaları seven gençliğe buradan selam ederim, ve oturdukları yerden konuşmanın her zaman en kolayı olduğunu hatırlatırım.

**Gecede 1000'e yakın hasta baktık diyorum, yarısının griple geldiğini söylüyorum, bazılarının ateşinin 40'ı geçtiğine kendi koyduğum termometreye, kendi gözlerimle bakarak tanık olduğumu belirtiyorum. Ayrıca bir ay içinde hastanemde benim tanık/haberdar olduğum 3 ölüm vakası olduğunu ve bu insanların gayet sağlıklı ve genç insanlar olduklarını da eklemeden geçmiyorum.

**Hayır, amacım sizi korkutmak değil. Sadece hala, bir kısmı doktor olan, insanların bu kadar açık ve ayrıca Dünya sağlık örgütü tarafından 6. seviye olarak kabullenilmiş bir salgına, üzerlerinde oturdukları uzuvlarını kaynak göstererek komplo teorisi üretip "inanmayan" insanları anlamıyorum, ondan bu serzenişim. Yoksa büyük bir kısmınız grip olacak, yüzde yetmişiniz ayakta geçirecek, risk grubuna ait değilseniz korkacak bir şey yok.

**Grip dışında çok ilginç hikayelerim yok acil servis hakkında, tabi muhtemel cinsel ilişki sonrası anüsünü yırtan adamı saymazsak...

**E Nasıl geçti koca bir ay? Dahili bakı biriminde çalıştığımdan, Bolca karın ağrısı, mide bulantısı, kusma, baş dönmesi(aralarına virgül yerine ve/veya ibaresi de koyabiliriz) şikayetiyle gelen ve çok önemsiz ve non spesifik bir karın ağrısı da olabilecek, aynı şikayetlerle ilerleyen ve acil ameliyat gerekebilecek hastalıkları ayırmaya çalıştım. Hasta yakınlarıyla kavga ettim, Acilde "iğne vurdurmaya" gelen madde bağımlısı hastalarla boğuştum, Triyajdaki acil tıp teknisyenlerinin yaptığı saçmalıkları düzeltmeye uğraştım. Bir fark yarattım mı bilmiyorum ama kesinlikle gelen hiç bir hastaya zarar vermediğimi söyleyebilirim. Acil olan ve kaçırılmaması gereken hiç bir şeyi kaçırmadığımı da biliyorum.

**Acil, bir bakıma benim gibi hastaneye yeni başlayan ve çok insan tanımayan doktorların sosyalleşmesi için de bir fırsat. Konsültasyonlar aracılığıyla değişik anabilim dallarından diğer doktorları da tanıma fırsatı oldu. Çoğuyla iyi anlaştım, bir kısmıyla da samimi oldum. Kesinlikle bu hastanede geçireceğim geri kalan 4 yılda daha efektif bir işleyiş için çok iyi oldu. Bunu acilin güzel yanlarından biri olarak not edelim madem.

**Gecemle gündüzüm karıştı, Sandalyede, ayakta, iğrenç bir kanepede uyukladığım anlar oldu, Larenjit olup ancak fısıltıyla konuşabilecek kadar sesim kısıldı, bazen sinirlerim gerildi. Ama bitmez dediğim bir ay sonunda bitti, iyi ki de bitti. Oh.