29 Ekim 2008 Çarşamba

İstanbul

http://img2.blogcu.com/images/b/u/n/bunyaminakkaya/istanbul.jpg

Kendimi, bir 10 yıl sonrasını düşünerek, Türkiye'nin herhangi bir şehrinde çalışıyor ve yaşıyor olarak tasavvur edebiliyorum. Biri hariç, İstanbul.
Çok gezmedim İstanbul'u, ziyaretlerim genellikle transit yurtdışı geçişlerinde geçirilecek saatler, kongre çerçevesinde bir kaç gün veya arkadaş ziyaretine bir hafta gibi maksatlarla oldu. Kafalardaki "tanımıyorsun, bilmiyorsun nasıl böyle kesin bir fikir edinebiliyorsun" sorusunu duyabiliyorum. Evet, tanımıyorum yeterince ama yine de sevemiyorum. Kendimi güvende ve rahat hissetmiyorum İstanbul'da olduğum anlarda, ve hatta İstanbul'u düşündüğüm zamanlarda...

İstanbul konusunu neden açtım peki? Malum, önümüz TUS. 6-7 ay sonraki tercih zamanında şapkamızı önümüze alıp düşünme vaktimiz gelecek. İstanbul'u masadan kaldırmak demek, herhangi bir uzmanlık şansına girme şansını en az 3 kat arttıracak bir seçenekler ordusunu geri tepmek demek aslında. Şimdi buradaki soru: Acaba herşeyin çılgınlaşacağı tercih zamanında ben böyle derin bir rejeksiyonu sürdürecek miyim? Hayır, bu soru doğru durmadı. doğru soru şu olmalı: Acaba herşeyin çılgınlaşacağı tercih zamanında ben böyle derin bir rejeksiyonu sürdürdüğüm için, ileride pişman olacak mıyım?

Ey okuyucu, sen de anlıyorsun ki, yazar burada vicdan muhakemesine giriş yapmaya çalışıyor? Ama göremediğin şey şudur ki; yazarın bu yazıyla ilgili gizli bir gündemi var. O gizli gündemle ilgili satır arasında söyleyecekleri için top çeviriyor olabilir bu ana kadar. Ya da yazarın canı sıkıldı kafana anlamsız kuşkular salarak, dikkatinin dağılmamasını istiyor...

Konuya dönecek olursak, cidden bazen düşünüyorum, İstanbul'u yazsam orada uzmanlığa başlasam nasıl olur diye. Hemen içim sıkılıyor. Birilerinin beni sürekli rahatsız edeceği dolandıracağı, gasp edeceği, paramın geçinmeye yetmeyeceği senaryolar kafamda dönüyor, ayrı bir yer gibi geliyor orası, En son izlediğim Üç Maymun'un da teyid ettiği, hatta diğer yüzlerce sinema filminin gözümüze soktuğu kötülükland gibi geliyor. Tüm kötülüğün, acının, sefaletin, fakirliğin, şiddetin vücut bulduğu şehir... Tolkien için Mordor neyse, Neo-con'lar için bir zamanlar Moskova, şimdi Tahran neyse, Beyaz ve güzel İzmir'li için Kadifekale neyse benim için de o oluyor İstanbul. Bu şehirde yaşamayı istemem için cidden geçerli bir sebebim olmalı, vaatler çekilecek sefaletten daha üstün olmalı, yıllardır peşinde koşulan imkansız hayalin, Rüya'nın gerçekleşme umudu olmalı. Aksi takdirde İstanbul tercih zamanı masada olmayacaktır.

Şimdi tekrar soruyorum, okuyucu; Bütün bu açığa çıkan düşünceler ve önyargılar ışığında, böyle derin bir rejeksiyonu sürdürmek ileride muhtemel bir pişmanlığa sebep olur mu?

28 Ekim 2008 Salı

Eve dönüş

http://astuasbalas.com/wp-content/uploads/2007/10/home-sweet-home-photo.gif

Blogger yasağı kalktığından dolayı, Hiç ısınamadığım Wordpress'ten, eve geri döndük! Umarım temelli bir dönüş olur...
Seni seviyoruz Blogger

Çılgın perşembe

Öncelikle bunun malum blogger yasağından dolayı geç kalmış bir yazı olduğunu belirtmeliyim.

Avea’nın bedava mesaj olayı başladığından beri arkadaşlarıma anlamsız mesajlar atarım. Onlar da bana. Bir nevi lisedeki çaldırma olayının şimdiye yansıması gibi… Genellikle öğle yemeklerine yakın tek kelimelik anlamsız, genel anlamı “öğlen beraber yiyor muyuz?” olan mesajlar…

Geride bıraktığımız perşembe günü de öğle yemeğine yakın Y.‘e “Kralsın” diye bir mesaj gönderdim. Dediğim gibi tamamen anlamsız mesajlar. Hemen birkaç dakika sonra beni aradı. “Yemeğe şuraya gidelim” gibi birşey söyleyecek sanıyordum, ki plan da buydu sabah, N. kızımız ile Karşıyaka’daki bir ilköğretime sağlık eğitimine gidecekler, öğlen dönüşte yemekte buluşacaktık. İşte bu plan için arıyor sandım. Yanılmışım. Kaza yapmış, kasko, tutanak vs. konusunda yordam sormak için arıyormuş. Hızlıca tarif edip evden çıktım.

Yolda “şimdi bir kaza da ben yaparsam tam iş olacak” diye düşünürken bir tehlike yaşadım. 10 dakika kadar onların kaza yaptığı, hastane giriş kapısındaydım. Y. Arkadan bir arabaya vurduğunu söylemişti telefonda, ufak bir hasar bekliyordum ama yanlarına gidince iki beklemediğim şeyle karşılaştım.

1- Çarpmanın şiddeti tahminimden fazlaymış, arabanın ön tarafı dağılmıştı

2- Zeka küpü doktor arkadaşlarım, emniyet kemerlerini takmamışlar. İkisi de kafalarını çarpmışlar çarpışma esnasında.

Y. tutanak işleriyle uğraşırken, daha panik olan N. ile arkadaki acile uğradık. Yeni bir acil asistanı vardı, tanımıyorduk. Çok üstüne düşmedi, BT falan çektirme niyetiyle gitmiştik, ilk 6 saatlik kritik evrede bilinç kontolü ve ani bir bulantı ihtimalinde acile dönüş tavsiyeleriyle çıktık, ki zaten ortada ciddi bir durum yoktu. Döndüğümüzde Y ve aynı arabadaki diğer kazazede O işlerini bitirmişlerdi. Araba gidecek durumda olduğundan çekiciyle falan uğraşmayalım dedik. Alsancak’taki Gönen servisine kadar o önde, ben de kendi arabamla N ile arkada gittik.

Serviste klasik, içinde “değişecek” ve “birkaçbin YTL” geçen teşhisler dinledik. Y, evrak işleriyle uğraşırken, N’ye, TUS sınavı yerleştirilmelerinin açıklandığı telefonu geldi. Herşey belli olacaktı. Servistekilere rica ettik bize internetli bir bilgisayar buldular…

N, önce bir trafik kazasına karışmıştı, üstüne beyin travması tehlikesi taşıyordu, son nokta ise bir oto servisinde TUS sınavını kazanamadığını öğrenmek oldu. Bu, nisanda bir daha girmesi gerektiği anlamına geliyordu, yine stres, yine sınav… Nisan sınavı için kader ortağım olacaktı.

Bunların hepsi geçtikten sonra, adam gibi bir yemek niyetiyle Manavkuyu’daki, çok ikramlı büyük lokantalardan birine oturduk. Mide bulantısı, bu iki travma şüpheli insanda panik nedeni olacaktı, lakin öyle bir yemek yedik ki, bulantı yaşamamak mümkün değildi. Böyle bulantılı, şüpheli bir kaç saatten sonra arkadaşlarımın beyin kanaması geçirmeyeceği kesinleşti, yine de ilk 24 saat tehlike devam edebileceğinden onları yalnız bırakmadım ve bu garip günü değişik ev aktiviteleri yaparak bitirdik…

27 Ekim 2008 Pazartesi

Word Press

Ne yazık ki Blogumu Wordpress'e taşıyorum. Güle güle Blogger:( Bir gün tekrar geleceğim...

adresimiz de budur:

http://octoberswimmer.wordpress.com/

25 Ekim 2008 Cumartesi

EngelleME

http://rankthese.com/images/censored.jpg
Blogger ve dolayısıyla blogumuz da sansürlenen internet siteleri arasında yerini aldı. Yapacak ve söyleyecek hiç bir şey yok, ne yazık ki... Ulusal internete doğru adım adım gidiyoruz.
Viva Adnan Hoca ve onun avukatları!
Viva ona bu çılgın sansür spree şansını veren yasa hazırlayıcıları!

16 Ekim 2008 Perşembe

Güncellemeler



*** Coldplay'in Parachutes albümünün içine karışmış parachute adlı şarkının sahibi, Guster diye bir grup keşfettim, keyifle dinliyorum.

***My name is Earl'vari bir rahatlama yaşadım. Zamanında çok pişman olduğum saçma davranışlardan birini, bir şekilde telafi etmiş olabilirim. İyi hissettiriyor.

***İki yıldan sonra ilk defa Kemeraltı'na gittim. Hala eskisi kadar nefret ediyorum. Kızlarağası hanında kahve içtim, tek güzel yanı bu oldu.

***Ne zaman istediğim bir şey olsa, elbise olsun, aksesuar olsun... Bulamıyorum, olmuyor. Bir hafta evvel çanta almaya çıkmıştım, bugün yine denedim. Olmadı. Çok seçici davranıyorum sanırım. Aynısını küpe alırken de yaşamıştım. Alkol komasına girecek kadar içip, mezuniyet balosunda kaybettiğim-kendimi kaybetmediğime şükür- küpemin aynısını bulma obsesyonundan dolayı küpe alamadım. Düz, halka bir küpeydi. Duygusal bağ kurdum diyeceğim ama öyle birşey de yok. İlla aynısı olsun diye tutturdum. Bu arada küpem, seni çok seviyoruz, ne olur evine dön:(

***Yeniden adam gibi çalışabilmeye başladım. Cidden mutlu etti beni, ama 6 ay daha devam ettirmem gerekiyor...

***Gelişmelerle tekrar karşınızda olacağız.


Not: Leylaksarabi uyardı. İki sene olmamış. Yakın bir zamanda gitmişim, hatta beraber gitmişiz, bir de üstüne kola dökmüşüm. Öyle olsun bakalım

13 Ekim 2008 Pazartesi

Debriyaj'dan nefret ediyorum


Arabamın debriyaj teli yine koptu! 3 Ayda iki oldu bu! Üstelik geçen sefer koptuğunda tamircinin resmen beni "kucaklaması"'nın etkileri hala tazeyken... Verilmiş sadakam varmış ki, trafikte olmadı bu olay, yoksa büyük rezillik olacaktı. Hastanenin otoparkından çıkarken oldu ve arabayı düzgünce bir yere elle parkettim. Evet,elle. Alsancak cami'nin arkasındaki taksicilerden görmüştüm, bir elle direksiyonu düzeltiyorlar bir elle itiyorlar. Gerçekten oluyormuş!
Az buçuk biliyorum artık teli takmayı, yarın sabah 3. sanayi'den alıp takmayı da düşünüyorum, lakin beceremezsem bu sefer yine şanslı olamayabilir, kalabalık trafiğin ortasında kalabilirim. Bu yüzden sanırım yarın hastane'ye çekici çağıracağım. Off ya hiç yoktan uğraş şimdi...

Not: 7-8 ay sonra arabamı değiştiriyorum ve asla üzerinde debriyaj olan bir araba almayacağım

Doktor ve hasta yakını olmak

Cuma günü babam ameliyat oldu. Ses tellerinde, papül dediğimiz, nödülün biraz daha büyüğünden bir yer kaplayan oluşum vardı. Öğretmenlerin neredeyse hepsinde vardır. Ufak bir operasyonla alındı. Cidden ufak bir operasyon oldu. saat 10.10 gibi alındı,10.35'te çıktı. Bunun 15 dakikasının anestezi prosedürlerine gittiğini düşünürsek, 10 dakikada alıvermişler(ege ağzıyla söyleyelim:)). Bu tür ameliyatlarda ses tellerine ağızdan yaklaşılır, uzun aletlerle ve mikroskopla müdahale edilir, yani ameliyat denince akla gelen, klasik kesme-dikme işlemleri olmaz.

Tabi yukarıda yazdıklarımdan benim bu ameliyatın ne kadar rahat olduğunu bildiğim ve bundan ötürü bir o kadar da rahat olduğum izlenimine kapılabilirsiniz. Evet, teorik olarak herşeyini biliyorum. Hatta İspanya'da yaptığım KBB stajında bir kaç tanesine girip her seferinde "aaa ne kadar da basitmiş" şaşkınlığını da yaşamışlığım var. Ama iş aileye, babaya gelince herşey değişiyor, sevgili okuyucu.

Babamın yıllardır sesi kısıktı, onunla özdeşleşmiş bir özellik bu. Geçen kış bir aralar aklıma takıldı bu ses kısıklığı, sonra ya o araların yoğunluğundan gözümden kaçtı ya da kaçmasını istedim. Hani inkar edersem o ses kısıklığı kaybolur diye düşündüm. İşe de yaradı açıkçası ki, ağustos ayına kadar pek aklıma takılmadı bu durum. Sonra ağustos geldi, ben burada seçmeli stajım olarak KBB stajını seçtim. Haftada bir gün hasta bakmaya başladık. İşte o zaman hayatımı ufak çaplı bir cehenneme çeviren haftalar başladı.

Ses kısıklığıyla başvuran, 50 yaş üstü ve sigara kullanım öyküsü olan 5 erkek hastadan 4'ünde kanser çıkıyordu. Gerçek bütün çıplaklığıyla karşımdaydı ve acıtıyordu. "Babam kanser olabilir" diye düşünüyordum. Bunun düşüncesi bile beni yere yıkıyordu nerdeyse, her seferinde. Ağustos ayıydı, zaten duygularımı çok konuşan bir insan değildim, lakin çevremde konuşabileceğim kimse de yoktu. Kızlar, N. ve N. Eylüldeki TUS'a hazırlanıyorlardı, rahatsız etmek istemedim. Y. ve C. şehir dışındalardı. Dünyanın en panik iki insanı annem ve ablamla da bir ihtimal üzerine konuşamazdım, onları müthiş bir paniğer sürüklerdim. Babamı korkutmadan hastaneye getirmenin yollarını aradığım üç hafta, böyle içime atarak, en kötü senaryoları kurarak geçti.

Üstelik yoğun bir şekilde de çalışmam gerekiyordu. Çalıştıkça ve tıbbın içinde kaldıkça babam aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Hergün aklıma en kötü ihtimal olan, babamın gerçekten de kanser olduğu ve gırtlağının tamamen çıkarıldığı ve hayatı boyunca bir daha sesinin çıkmayacağını bilerek,boğazındaki küçük bir delikten nefes aldığı senaryosu geliyordu. Düşündükçe içim kararıyordu... İşte bu zamanlarda doktor olmak berbattı. Bütün ihtimalleri bilmek, açılacak bütün kapıların arkasındakileri zaten görmüş olmak. Düşünsenize babanızın olabileceği bütün örnekler hergün hastanede gözünüzün önünde.
http://www.masent.in/procedures/images/MBTNGR1.jpg
Neyse daha fazla uzatamayayım. Sonunda ağustos ortasında babamı bir şekilde ikna ettim ve hastaneye götürdüm. Önceden bütün ayarlamaları yaptığımdan direkt bizi Dr. M'nin beklediği polikliniğe gittik. M. endoskopla bakarken nefesimi tuttum. Aşağıda kamera sistemi olmadığından ses tellerini ben göremiyordum. Ufak bir parantez açalım hemen: ses telleri kanserlerinde gözle muayene çok büyük ölçüde tanıyı verir, ama yine de kesin sonuç alınacak parçanın patolojik değerlendirmesi sonucunda olur. 30 saniye bile sürmeden teşhisi söylemesine rağmen bana dakikalar geçmiş gibi geldi. Teşhis polip'ti, çok büyük ihtimal iyi huyluydu, ama dediğim gibi kesin sonuç ameliyat sonrası belli olacaktı. Ertesi gün hocaların da katıldığı konseyde ameliyat kararı verildi. KBB konseyinde ilk ve tek hastamı sundum, o da babamdı.

Dediğim gibi geçen cuma ameliyat oldu babam. Parçayı patoloji'ye götürdüm,20 Ekim'de sonucun çıkacağını söylemişlerdi. Ama ilgili hocayla konuşursam daha erkene alabileceğimi biliyordum.Bu sabah, istemeye istemeye A. hocayla konuşmaya gittim. Hocadan birşey rica etmenin sıkıntısı değildi isteksizliğim, A hocanın mükemmel bir insan olduğunu duymuştum(ki öyle de çıktı). İçten içe sonucu öğrenmek istemiyordum, kötü birşey çıkmasından korkuyordum, yine kaçmaya çalışıyordum aklımca... Hoca, kibarlıkla öğleden sonra gelmemi, beraber bakacağımızı söyledi.

"Öğleden sonra" olana kadar bir yıl daha yaşlandım sanırım. Birşeyler okudum, tek kullanımlık sohbetler yaptım, normalde iki haftaya atacağım işlerimi hallettim ve sonunda "öğleden sonra" oldu ve hocanın yanına gittim. A. Hoca, preparatı bulup mikroskopa koydu ve yan taraftaki vizördenbenim de bakmamı istedi. Bütün kesitleri gezdik, doku gayet düzenli görünüyordu ve hoca espriler yapıyordu. Bu iyiye işaretti. Bir iki dakika baktıktan sonra, nihayet babamın kanser olmadığı haberini verdi bana. Üzerimden bir yük kalkacağını biliyordum ama bu kadar dramatik bir mood değişikliği beklemiyordum. Anlamsızca gülümseyerek ve bir sürü teşekkür ederek çıktım. Bir kaç telefon konuşmasıyla diğer endişelileri rahatlattım. Kendimi aylardan sonra özgür hissettim.

Bunu da böyle atlattım ama biliyorum ki değişmeliyim. Bu kadar anksiyöz olmamalıyım, en azından birileriyle konuşmalıyım. Babam 59, annem 47 yaşında. Yaşlanıyorlar, hastalıkları olacak, belki hayatlarını sona erdirecek kadar ciddi hastalıkları olacak. Buna kendimi hazırlamam gerekiyor. Tamam, "işin içinde olmak" herşeyi değiştiriyor, ama en ufak ihtimallerde bile nerdeyse dağılacak hale gelmek gerçekten yıpratıcı. Bu durumla bir şekilde başedebilmenin yolunu bulmalıyım, bu meslekten herkes nasıl yapıyorsa ben de öyle yapmalıyım. Çünkü bu şekilde devam edebilmek gerçekten zor olacak...

10 Ekim 2008 Cuma

Romantik Komedilerdeki Hassas İngiliz Erkeği Stereotipi

http://z.about.com/d/movies/1/0/X/m/N/theholidayposter.jpg

Her yıl Noel zamanı, birer birer noel filmleri çıkar Hollywood'dan. Noel'de geçmelidir, Aşk olmalıdır ama erotizm değil, ailenin önemine değinmelidir ve noel geleneğini övmelidir. The Holiday ise 2006 yılının mahsulü olarak çıkmıştı. Diğer noel filmlerinden öyle ayrılan pek bir yanı yok,içinde Chanukah'ın geçmesini saymazsak eğer.

Chanukah nedir? diye soranlara ufak bir açıklamasını yapalım. Chanukah ya da hannuka,en kaba tabirle musevilerin noeli diye tanımlayacağımız bir dini bayram. Işık bayramı olarak da adlandırılan hannuka,milattan önce 2. yy'da makkabi kavminin ayaklanmasını kutlar. -Diye tanımımızı yaptıktan sonra konuyu filme toparlayalım. Filmde bir kaç yaşlı film yapımcısının hannuka'yı kutlamak için bir araya geldikleri bir geceyi aktarıyorlar. Oldukça mutlu geçirilen geceden, konuklar da memnun kalıyor ve bu hoş mizansen bitiyor. Hollywood'un hatta Amerikan şov dünyasında musevilerin oldukça söz sahibi ve bir o kadar da başarılı oldukları gerçeğinden yola çıkarak bir nevi bu gururu paylaşıyorlar. Buraya kadar herşey normal, ama ortalama bir anglo-sakson Amerikan film seyircisinin en büyük zevklerinden biri olan Noel filmine Hannuka'yı sokmak gerçekten cesur bir hareket olmuş.

Filme geri dönecek olursak, Başroller Cameron Diaz ve Jude Law'a verilmiş olmasına rağmen, filmi kurtaranlar kesinlikle Kate Winslet ve Jack Black olmuş. Özellikle Jack Black gerçekten çok iyi(bu adam için böyle şeyler düşüneceğimi tahmin bile edemezdim. ) İzlerken sıkmayan bir film yapmışlar. 4 Hikaye olması işlerini kolaylaştırmış, yine de cıvık cıvık romantik komedilerden ayrılan bir film olmuş. Ayrıca İngiltere'yi şirin evleri, hassas ve yakışıklı erkekleri ve iyi kalpli-aksanlı teyzelerden ibaret gösteren klasik Amerikan mantığının yine işlediğini görmek mümkün.

Yazıyı bitirmeden ,yine, ilgimi çeken şeyleri madde madde yazacağım.

1- Hollywood hassas İngiliz erkeği tiplemesini çok seviyor. Genellikle bu rolleri büyük bir zevkle, kadrolu romantik-komedi oyuncusu Hugh Grant ve mavi gömleğine verirlerdi, ama sanırım Grant, artık bu üçlünün arasında yaşlı duracağından Jude Law bu görevi üstlenmiş. De o fırlama bakışlara ağlak hassas erkek rolü gitmemiş.

2- Kate Winslet Little Children'da da olduğu gibi yine zayıf, sevgiye aç patates abla rolünde. Onu hiçbir zaman çekici ve vamp kadın olarak görmedim, kimse görmedi. Ama giderek bu, her sırrına ortak olan ama sana içten içe aşık olan patates abla rolüne alışmış.

3- Filmdeki, "endüstri'nin içine girme" fikri zekice! Fragman ve film müzikleri gerçekten ilgi çekici olmuş, en azından benim ilgimi çekti. Özellikle Amanda'nın banyoda ve yatağında sıkılırken, "Fragman Abi"'nin sesiyle yaşadıklarını yorumlaması gerçekten iyiydi.





9 Ekim 2008 Perşembe

Yüzyıllık Yalnızlık

http://www.topnews.in/health/files/loneliness1.jpg
Yalnızlık kronikleşebiliyor. Adeta bir kısır döngü gibi, yalnız kaldığımız süre uzadıkça daha seçici oluyoruz, daha seçici olunca daha da yalnız kalıyoruz. Seçicilik bazen abartılabiliyor, aslında tamamen özkorumacı bir refleks olarak sığınıyoruz aklımızdaki kriterlere. Hepsine kusur bulmalıyız ki, bu -hiç bir sorumluluğun, fedakarlığın ve çabanın gerekmediği- yalnızlık ülkesi, işgal edilmesin. Yeter ki bahane arayın, mesela ben abartmadan, bir insanla beraber olmamak için ezbere 10 sebep sayabilirim.

Bu çok sevdiğiniz yalnızlıkland'de geçirdiğiniz zaman boyunca türlü sorumluluklardan kaçıp rahat bir hayat sürdüğünüzü sanıyor olabilirsiniz. Belki gerçekten öyle ama ne yazık ki uzayan yalnızlık periyodu sizi küntleştiriyor. Evet, küntleşiyoruz, donuklaşıyoruz. Aşk mevzusundaki melekelerimizi yitiriyoruz ve ne yazık ki romantik ilişkiler, 10 yıl yapmayınca da kaybolmayan bisiklet sürme yetisine benzemiyor. En basitinden birisine yaklaşmayı, ne konuşulacağını unutuyor insan. Nasıl yapılacağını unutuyor...

Bu yalnızlık süresi içinde hayatımıza elbette giren insanlar oluyor. Kimisinin hikayesi eskiden devam ettiği için eleme kriterlerinden muaf oluyor, kimisi ise o kadar tek kullanımlık oluyor ki kriterleri uygulamaya bile gerek olmuyor. Böyle zamanlarda da yalnızlıkland etkisini gösteriyor ve yaşadığınız her şeyi garipleştiriyor. Dokunduğunuz ten, paylaşılan aşkın bir parçası olmaktan çıkıyor, onun yerine sadece bir doku parçası oluyor. Adeta muayene eden bir doktor edasıyla dokunuruken pürüzsüz mü, yumuşak mı, sıcak mı diye kavramaya çalışıyorsunuz. Öptüğünüz dudaklar sizi heyecanlandıracağına, kuru mu, tuzlu mu, yumuşak mı diye merak ettiriyor. Aynı ritüeli onlarca kez gerçekleştirmiş olmanıza rağmen her hareketiniz, yanına bir soru işareti iliştirilmiş şekilde geliyor. Yani aşk yapmak bisiklet sürmeye benzemiyor.

Döngüyü kırmak, kapıyı aralamak, şans vermek lazım.

7 Ekim 2008 Salı

Crossroad Blues

http://www.markmallett.com/blog/wp-images/crossroad.jpg

Haftaya cuma hepsi çözülüyor. Kafamı bir kaç aydır kurcalayan babamın ufak sağlık problemi, işin içinde olmak,ufak bir evham kırıntısını küçük çaplı bir krize çevirebiliyor, Nihayet 6 yıllık tıp eğitiminin sona ermesi(Düzeltiyorum 6 yıl+1 ay) gerçekten işime yarayacak bir kaç haftalık yalnızlık periyodunun başlaması... Hepsi çözülecek. Umarım güzel bir gün olur.

2 Ekim 2008 Perşembe

Kişisel şeyler

Normalde izlediğim formatın dışına çıkıyorum yine ve "ortaya karışık" ayarında birşeyler yazacağım.
Fona son günlerdeki favori disposible şarkım olan The Script'ten The man who can't be moved'u alalım ve İlk konumuzla başlayalım: İnternette görülen birinden etkilenme ve olası sonuçları.
http://www.genestho.ca/genestho/images/20070315093644_stranger_fog.jpg
Herhangi bir platformda olabilir,ama kesinlikle fotoğraflarının da olacağı bir platform şart. Mantıklı sebepler vermeyeceğim fotoğraf olayı için,ama bu yabancıdan etkilenmek için onu "görmek" lazım diyebilirim,ama tek başına yeterli değil. Dediğim gibi herhangi bir platform olabilir,deviantart,bloglar hatta kokuşmuş arkadaşlık siteleri dahi olabilir. Bloglar ve deviantart daha etkileyici sanki,çünkü bu siteler,olası stalk edeceğiniz insanın ortaya birşeyler çıkarabildiğini,üretken bir birey olduğunu ve bir şekilde derinliği olduğunu gösterir. -The Scripts sıktı,Bob Dylan'a geçiyorum. Disposible olduğunu söylemiştim- Blogları okursunuz,yüklediği resimlere falan bakarsınız. Özellikle kendisi hakkında çok şeyler anlatıyorsa onu bir şekilde tanıdığınız ilüzyonuna dahi kapılabilirsiniz,halbuki unuttuğunuz nokta şudur ki,kişiler internette başkalarının onları tanımasını istediği şekilde olurlar. Yeterince takip ettikten sonra önünüzde iki yol belirir. Ya bir şekilde ona ulaşıp,tanışma yolları ararsınız,ya da vazgeçersiniz. İkinci yol daha kolaydır,bir o kadar da huzurludur. En azından hayalkırıklığı geçirmezdir. Çünkü emin olun,takip ettiğiniz o insanla gerçekte tanıştığınız zaman elbette hayal kırıklığına uğrayacaksınız,kimse sizin kafanızda çizdiğiniz portreye uymaz. İlk yol zordur,acı dolu olabilir djasjdkl(Abarttım) yani işler her zaman istediğiniz gibi gitmeyebilir,ama bir şekilde elinizde bir sonuç olur ve bu konuyu kapanırsınız.(closure deniyordu buna). Bazen bu insanları yolda görürsünüz,bazen gazi kadınlar sokağında bira içerken önünüzden geçerler,yan masaya otururlar,bazen de tanıştırılırsınız ve size kendisi hakkında bildiğiniz şeyleri anlatırken ilk defa duymuş gibi dinlersiniz. Gariptir...

İkinci konumuz Battlestar galactica
http://www.22dakika.org/imaj/azizk/battlestar-galactica.jpg
Bu dizi bir kaç yıldır cnbc-e'de. İlk cümlem sanki size bilmediğiniz birşey söylüyor gibi farkındayım,biliyorsunuz. Ben de biliyordum. Ama neden bu kadar ilgisizmişim,neden bu kadar antipatik geliyordu bu dizi bana anlamıyorum. Üç gündür beni esir aldı. Beni izlemekten alıkoyan tek şey,S02e12'yi Y.'den almamış olmam. Sanırım sırf bu yüzden tutulmuş boynumla arabaya atlayıp Y.'ye gideceğim. Tutulmuş boyna üçüncü konuda değineceğim.
Evet,dizi çok derinliğe sahip değil,klişelerle dolu ama beni iki şey çekti. Birincisi mükemmel Cast ve Kurgu. Elbette,sadece tanrıçamız Number Six-Tricia Helfer'e dayanıp söylemiyorum. Gerçekten karakterler mükemmel seçilmiş,ayrıca kurgu ve senaryo'da iyi kotarılmış. Dizide asla tekdüzeliğe izin vermiyorlar,güzel. İkincisi(aslında üç oldu) Retro hava,diziden tam anlamıyla 70'ler fırlıyor. giyilen takım elbiseler,telefonlar... Ve bunu gözümüzün içine sokmuyorlar. Güzel bir yapım. Şimdiye kadar benim gibi gözlerinizi kapattıysanız,onları açma vakti geldi. "Man created Cylons..."

Üçüncü konumuz ise Boyun Tutulması
http://healthandfitness101.com/wp-content/uploads/2007/12/whiplash_intro01.jpg
Sabah bir anda oldu,bilgisayar başında otururken birden gerindim(sabahları çok seviyorum gerinmeyi) ve boynuma dayanılmaz bir ağrı girdi. Şu an başımı sağa ve arkaya eğemiyorum,berbat bir durum. Bu durum beni bir az daha derin düşünmeye zorladı. Bir boyun tutulmasından aydınlanma yaşamak çok şık değil,ama bize tıp fakültesinde neden böyle şeyleri önemle anlatmıyorlar diye merak ettim. Yani hiç görülmeyen bir sendromu adımız gibi bilirken,kıymık batması,boyun tutulması gibi şeyleri neden pratik şekilde öğretmiyorlar ki? Ben nisan'da mecburi hizmete başlayınca insanlar bana "Potter sendromum var ne yapayım?" diye gelmeyecekler ki,bana ayaklarına batan deniz kestanesinin dikenini çıkartmak için,tutulan bellerine çare bulmam için gelecekler. Şimdi bu argüman oldukça yüzeyel,farkındayım. Hatta herhangi bir akademisyenin bunları okuyunca yüzündeki küçümseyici gülümsemeyi dahi görebiliyorum,ama ne yazık ki bunları mesleğin içinde ampirik bir şekilde öğrenmek zorunda kalıyoruz. Neyse Boyun tutulmasına dönecek olursak,oradaki kasların spazmından fazla birşey değil aslında. Kas gevşeticiler,sıcak kompres yardımcı olabiliyor. Ama yardımcı olmayan şey ise bayramda bütün eczanelerin kapalı olması... Hiç yardımcı olmayan şey ise yarın nöbetimin olduğu gerçeği:( Neyse umarım düzelirim...

Böyle işte üç konumuza da değindik,aslında üç farklı post olarak yayınlamak daha mantıklı olabilirdi,ama bir şekilde başladık. Böyle olsun..

1 Ekim 2008 Çarşamba

Bayram'da Nöbet

Dün Genel cerrahi'de nöbetçiydim. Bayram'ın birinci günü hastanede geçti. Annem ve babamla gidilecek bir sürü bayram ziyareti varken bunun çok da zararıma olduğunu söyleyemem. İki şeyi farkettim:
http://www.aacn.org/WD/Vendors/Images/pic12.gif
1- Hastaların pansuman obsesyonu: Bu konuya girmeden önce daha evvel rastladığım başka bir iki obsesyon örneği vereyim. Acil servise gelip "serum" takılmasını isteyenler. Sanki sihirli sıvı var da hemen iyileştirecekmiş gibi,nasıl da ısrarla isterler... Değişik oranlarda tuzla karışık su kullanılıyor en fazla takılan sıvılarda,bunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Sonra o serum bitince,yaygara koparıp "serumdan hava gelecek,çıkarın hemen!!" diye yaygarayı koparanlar da genellikle aynı insanlar oluyor. Biraz sakin!
Neyse,pansumana dönelim. yara yerinden,drenden akıntı gelir,pansumanı ıslatır,değiştirilmesini istemeyi anlayabiliyorum da hasta yakınlarının sürekli pansuman istemelerini anlayamıyorum. Sanki yarayı iyileştireceğini düşünüyorlar,halbuki Genel cerrahi'de non-steril yapılan pansumanlar her değiştirildiğinde yara yerinin enfekte olma ihtimali artıyor. Yani,ey hasta yakını! sen sihirli pansumanı her istediğinde hastanın iyileşmesini geciktirme riski yaratıyorsun.
Tabii bunu adam akıllı anlattığında,inanmıyorlar,üşendiğini düşünüyorlar. Garip,anlayamıyorum...

2- Kesinlikle artık internlikten sıkıldığımı farkettim. Bitmesine iki hafta kaldı gerçi ama bu son staj cidden çekilmez olmaya başladı. Mutsuzum. mutsuzluğumun kaynağı genel cerrahi'nin kendisi de olabilir. Geçen yıla kadar sadece genel cerrahi istediğime inanamıyorum. Hatta geçen haftaya kadar,bu nisanda gireceğim TUS'a dair tercihlerimi düşünürken,en alta genel cerrahi yazmayı düşünebildiğime inanamıyorum. Yapmayacağım,yaparsam hayatımın en büyük hatalarından birini yapmış olurum.

Nöbeti merak edenlere nöbetin oldukça rahat geçtiğini söyleyebilirim. En azından gece sadece bir kez uyandırıldık. Bir de Bob Dylan'dan iki yeni favorim oldu: it ain't me babe ve one of must know,gerçekten güzeller... Diye bitiriyorum bu sevgili günlük ayarındaki yazıyı.