6 Temmuz 2011 Çarşamba
October Swimmer's Five Stages of Grief
Bakışları değişmişti. Henüz bir gün önce bana bakarken parlayan gözler soluk, sohbet ise sıkılgandı. Hareketlerinde genel bir acelecilik vardı. Sanki yanımda zorla duruyor gibiydi. Anlam veremedim. Bir yanlışlık olmalıydı. Ya da düzeltilebilir bir sebep... Her şeyi doğru yaptığımı düşünüyordum. Her şeyi düzgün yaptıysam, her şey düzgün gitmeliydi. Hala her şeyi kontrol edebildiğim yanılgısındaydım.
anger
"Bu sabah bir değişiksin, kızgın gibisin" dedi.
"Hayır, kızgın değilim"
Evet kızgındım, evet çok kızgındım. Daha bir kaç gün önce gözlerime bakıp beni sevdiğini söyleyen insan artık orada olmadığı için kızgındım. İçine çekildiğim bu kuyudan çıkamadığım için kızgındım. Bana yabancı olan bu diyarlarda ne yapacağım hakkında hiç bir fikrim olmadığı için kızgındım. Midemdeki kelebekler, beni içten içe yemeye başlayan çekirgelere dönüştüğü için kızgındım. Olan bitene anlam veremediğim için kızgındım. Neyi yanlış yaptığım hatta herhangi bir şeyi yanlış yapıp yapmadığım hakkında hiç bir şey bilmediğim için kızgındım. Karanlıkta kaldığım için kızgındım. Bundan sonra ne olacağını korkarak merak ettiğim için kızgındım. Evet, kızgındım.
bargaining
Bir çıkış yolu olmalıydı. Belki bu yaşananlar kötü bir rüyaydı. Birazdan uyanıp soğuk bir duşla bu rüyanın etkisinden çıktıktan sonra işe gidecektim. Kesinlikle bir çıkış yolu olmalıydı. Şimdiye kadar her şeyi kendim halletiğim gibi bu gidişi de tersine döndürebilirdim. Belki yeterince kendim olamamıştım, belki de yeterince kendim olmaktan vazgeçmemiştim. Yaptığı elim hatanın farkına varacaktı. Beni sevdiğini ancak bana aşık olmadığını söylüyordu. Bana aşık olmayı çok istediğini söyledi sevgili okur, sence de bu bir şey değil miydi? Hem sevgi ve aşk ne zaman kesin sınırlarla ayrılmıştı ki? İkisinin aynı şey olduğunu görecekti biraz düşünse. İkisi aynı şey değil miydi? Bu ikisinin arasındaki sınırları kim çizmişti ki? Bütün filmlerde ve kitaplarda insanlar birbirine "seni seviyorum" demiyor muydu? "Sana aşığım" diyerek hislerini deklare edenler yoktu. Var mıydı? Aşk olmadan sevgi yetmez miydi sevgili okur? Evet, evet Bir şekilde her şey yoluna girecekti.
depression
Anksiyete rüyaları kötü şeyler. Sabah 6'da anlamsızca uyanmak ve göğsünde garip bir sızıyla umutsuzca tekrar uykuya dalmak kötü. İştahsızlık kötü. Boğazına takılan düğümler sevimli değil. En kötüsü de çaresizlik hissi. Artık elimden bir şey gelmeyeceğini biliyorum, yine de bu bir rahatlamadan öte daha çok sıkıntıya yol açıyor.
acceptance
Kabullenmek en zor şeylerden biri. Ancak ne yazık ki kabullenmeden yaşanmıyor sevgili okur. Düşünürsen şu an memnun olduğun dahil, içinde bulunduğun bütün durumları kabullendiğini görüyorsun. Belki kabullendiğin için memnun oluyorsun. Kabullenmek zor... Bazen uzaklaşman gerekiyor, araya binlerce kilometre koyman gerek. Minimum maruziyet, maksimum uzaklık yardımcı oluyor. Belki de kaçmak bu işi kolayca halletmek, ama yine de yardımcı oluyor. Bazen ise bir veda, her şeyi anlamana yardımcı oluyor. O son ana kadar, kaçıştan önceki o veda anının son saniyesine sakladığın umutlarının elinde patlaması işe yarıyor.
Ben de kabullendim sevgili okur, şu andan sonraki bütün ihtimalleri kabullendim. Hatta bazı ihtimaller üzerine düşünüp bazı senaryolara kendimce şartlar koyacak kadar kabullendim. Onun resmine bakınca sanki artık bir yabancıymış gibi geldiğini anladığımda kabullendim. Artık "Beni arayacak mı" diye telefonuma bakmadığımı farkettiğim an anladım kabullendiğimi. Şu an ne yaptığını merak etmediğim dakika gördüm tünelin ucundaki ışığı.
Kendi elimle kendimi soktuğum bu durumdan kurtulmam ancak kendi elimle olacak. Mutluluğu ve bedelinin ne olduğunu öğrenmek pahalıya patladı. Pişmanlık ve pollyannacılık arasında gidip gelsem de bu yaşadıklarımın uzun dönem etkilerini ancak yine yaşayarak göreceğim. Döngülerime ve beni isteyen insanlara koşmak o kadar kolay geliyor ki...
23 Haziran 2011 Perşembe
Değirmenler
Gülmeye başladı, "Sen neden gülüyorsun ki?" dedi.
"Bilmem, sen güldüğün için"
...
Nefes aldıkça küçük burnunun kanatları muntazam bir şekilde hareket ediyordu. Güneş yüzüne vuruyor, yüzündeki normalde farkedilmeyen tüyleri güneşte parlıyordu. Taktığı gözlük gözleriyle beraber yüzünün büyük kısmını kapladığı için, okuduğu kitaba nasıl tepki verdiğini göremiyordum. Çok yavaş ilerliyordu, buna rağmen bütün dikkatini kitaba vermişti. Ben de bir süreliğine Eflatun'la Davut'un hikayesine geri döndüm. Neden sonra yan dönüp onu izlemeye devam ettim. İfadesiz, okumaya devam ediyordu. Bir anlığına o kitabın içinde olmak istedim, olamazdım. Gözlerini göremiyordum. Gözlerini görebilsem belki her şey daha farklı olacaktı.
Plaj sessizdi. Sadece bir kaç şezlong doluydu. Benim algıma göre ise sadece ikimiz vardık. Sonunda istediğimiz olmuş, şehirden kaçmıştık. Bütün gerçekliğimizden uzaklaşmış, o boş plajda yalnızdık. Belki, asıl hata gerçekliği terketmekti, belki bu kadar yalnız kalmamak lazımdı. Belki tamamen hazırlıksızdım, aslında tamamen hazırlıksızdım. Terliklerim bile çantamdaydı. belki arabadan inerken hemen onları giyivermeliydim, belki plaj boyunca ayakkabılarım elimde, pantalonumun paçalarını kıvırarak yürümek iyi bir fikir değildi. Belki her zaman yaptığım gibi planlar yapmalıydım, haritaya bakmalı, oteli önceden internetten bulmalıydım. Belki kendim olmalıydım. Belki bütün belkilere uysam bile sonuç değişmeyecekti.
"What's the point of this song? Or even singing?
You've already gone, why am I clinging?"
Hala kitabın içindeydi, kocaman gözlüklerinin altındaki tek yaşam belirtisi burun kanatlarının o ritmik hareketiydi. Gözlerini göremiyordum, gözlerini görebilsem belki her şey daha farklı olacaktı.
14 Haziran 2011 Salı
Evcilleşmek
Her gün aynı saatte geldi. Vakit yaklaştıkça heyecan ve mutluluk başladı, biraz daha yaklaşınca yerini endişeye bıraktı. Geç kaldığı zamanlarda ise hissettiğim şey korkuydu. "Korku" buradaki anahtar kelime sanırım. Bütün motivasyonların kaynağı. Rüşvete alışmış yozlaşmış bir memur... Onu kapının dışında tutmak için hep daha fazla çabalamak gerekiyor. Bir bakış, güzel bir söz, bir gülümseme için dilenmek; hep daha fazla vermek gerekiyor. En son noktaya kadar...
"Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın."
-Hem ayrılsak ne olur ki? Ben, herkes için sadece bir kişi olduğuna inanmıyorum. Dışarıda milyonlarca insan var. Elbet birini bulacaksın. Hatta belki sonradan geri dönüp beni düşününce güleceksin.
Yüzüne baktım, bakışlarından bir şeyler çıkarmaya çalıştım. Çelişkiliydi. "Olabilir" dedim. Biraz duraklayıp devam ettim: "Madem Küçük Prens'in lafı geçti. Evet dışarısı gül bahçeleriyle dolu, ama onun için tek önemli olan kendi gülü. Ben de başka gülleri istemiyorum" dedim.
Gülümsedi, ama hala çelişkili bakıyordu
Evcilleşmek, mutluluğun bedelini öğrenmek, hayatın bütün ironilerini birkaç günde yaşamak. O gül, küçük prensi nasıl evcilleştirdiyse ben de evcilleştim. Başıma ne geleceğini aşağı yukarı biliyordum. Korktuklarım başıma gelirse ne yapabilirim ki, kime kızabilirim üzülürsem?
"Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki. “Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim. “Doğru, haklısın” dedi tilki. “Ama ağlayacağını söyledin!” “Evet, öyle.” “O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.” “Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım"4 Haziran 2011 Cumartesi
14 Mayıs 2011 Cumartesi
October Swimmer Tatile Hazırlanıyor: 2007'nin buz gibi soğuk sularından gelen bir Barcelona yazısı
3 Ağustos, saat 17 otobüsüyle Cordoba'dan yola çıkmak için bilet gişesine gittiğimde, aklımda yolculuğun maksimum 7 saat, bilet fiyatının ise maksimum 30€ olacağı cardı. Ama ne yazık ki yolculuk 14 saat sürdü, bilet ise 62,4 € tuttu. Evet, tek yön bir otobüs yolculuğu için 110 lira ödedim.
Yiğit, İtalya'da interraile başlamış, Roma'da kız arkadaşıyla bir kaç gün geçirmiş, kız arkadaşının tatili bitince tek başına interrail'e devam edemeyeceğini düşünüp İspanya'ya bana katılmaya karar vermişti. Aslında zaten planlar arasında İspanya'da buluşmak vardı, ancak Yiğit Fransa'yı bypass edince buluşmamız 10 gün öncesine çekilmiş oldu.
Ben ise Cordoba'da öğrenciliğim boyunca her yaz gittiğim yaz stajlarımın sonuncusunu yapmak üzere İspanya'daydım. İspanya günlerim pek eğlenceli başlamamış, eski gittiğim stajlardaki 20 kişilik eğlenceli grup yerine, bir İsrailli ve başka bir Türk'le ilginç bir üçlü grup olmuştuk. Yine eski stajlarımın aksine nispeten küçük, normalde 300.000 nüfusu olan, ancak yazın bu nüfusu 3.000'e, siesta saatlerine ise sokakta 3 kişiye inen bu Endülüs kentindeydim. İspanya'ya varalı 4 gün olmuştu ve Yiğit'in beklediğimden önce gelecek olmasına sevinmiştim.
Yiğit, ben otobüse bindiğimde Barcelona'ya ulaşmış kalacağımız hosteli bulmuş ve beni bekliyordu. Kendisine en geç saat gece 1 civarı varacağımı(hala yolculuğu 7 saat sanıyorum) ve kuzey istasyonunda buluşabileceğimizi söyledim. Tabii gece saat 12 gibi, tabelaların birinden Valencia'ya bile henüz 100 km olduğunu görünce(valencia-barcelona arası 350 km) acı gerçekle tanışmış oldum.
Sabah 8 gibi Otobüsten indiğimde sonradan yeniden anlaştığımız üzere Yiğitle buluştuk. Normalde Küçükpark ya da Alsancak'ta buluşmak üzere sözleşirken, şimdi Barcelona kuzey garı'nda buluşmak ilginçti. Hemen 10 dk mesafede bulduğu Hosteli sevdim. 1910'larda Gaudi'nin verdiği ilhamla yapılmış eski, yuvarlak hatlara sahip bir apartmanın bir katında, yüksek tavanlı, yuvarlak cumbalı güzelce bir odamız vardı. Şimdiden kendimi iyi hissediyordum, ancak kendimi sokaklara atabilmek için hala 3-4 satlik bir uyku ve güzel bir kahvaltıya ihtiyacım vardı.
Nihayet saat 16 gibi dışarı çıktık, Cordoba'da bu saatte dışarı çıkmak, pratik olarak bir intihar yöntemi olarak görüldüğünden, bazen balkonlarından yaşlı teyzeler bize acıyarak bakardı. Tam aksine Barcelona daha kuzeyde olduğundan gayet serin ve yürümeye elverişli bir hava vardı.
İlk olarak hostelin hemen yakınındaki metro istasyonundan L2 hattıyla hemen bir durak ötedeki Sagrada Familia'ya gittik. Gaudi'nin 1883'te başladığı ve 1926'da öldüğünde ise ancak %20'sinin tamamlanabildiği ve o tarihten bu güne yavaş yavaş(gerçekten yavaş) ilerleyen ve 2026'da bitmesi tasarlanan bu büyük kiliseyi sevemedim. Çevresinde iş makinaları, devasa vinç ve iskeleleriyle, sarı saçlı, teni barcelona güneşiyle kıpkırmızı olmuş kuzeyli turistleri büyülemiş olabilirdi, ancak ben 2026 yılında bir daha görüp düşünmeye karar verdim:)
Sırada Monumental durağındaki boğa güreşi arenası, Plaza de Toros Monumental de Barcelona, ya da kısaca El monumental vardı. 1914 yılında yapılan ve bizans mimarisine benzeyen yapının her köşesinde devasa yumurtalar vardı. duvarlardaki boğa güreşi ilanlarına, bilet fiyatlarının 21 ile 40 euro arası değiştiğini söylüyordu.
L2 hattını takip ederek Universitat durağına gittik. Şehrin nispeten eski kısımlarına girmenin vakti gelmişti. Metrodan inince önümüze çıkan ilk sokağa daldık. Dar sokaklar, Fransız balkonlar... Adeta "İspanyol Pansiyonu" filminden kareler vardı sokaklarda. Haritaya bakmadan, oryantasyonumuza güvenerek yürümeye devam ettik ve bir anda iç kısımlardan çıkıp Barcelona'nın en ünlü, en civcivli caddesi La Rambla'da bulduk kendimizi. Yüzlerce insan, her köşebaşında farklı bir performans sergileyen animatörler, canlı heykeller, müzisyenler, ressamlar... Organize bir kaos vardı burada, Cordoba'dan sonra yavaş yavaş İspanya'da hayat olduğunu görüyordum. Denize doğru ilerlerken yolun hemen sağ tarafındaki pasajların birine girdik, yarı açık bir yiyecek pazarı vardı. Bütün kokular birbirine karışmıştı. Biraz peynir tattık. biraz meyve alıp yolumuza devam ettik. Hediyeci dükkanlarının birinden, kolleksiyonum için bir tabak aldım.
Limana vardığımızda saat 19 olmuştu. Limandaki alışveriş merkezinde hızlıca bir şeyler yedikten sonra şehrin gotik ağırlıklı mimarisiyle ünlü, barrio gotico'ya yöneldik. Taş sokaklar, her sokaktan gelen farklı bir müzik, küçük heykelciklerle dolu eski binalar.... makineme film taktım ve gün ışığının son zerresine kadar fotoğraf çektim. Sokaklar, Katedral'e yaklaştıkça daha da güzelleşiyordu. Bir de akşam ışıklarıyla görmek lazımdı. Katedralin hemen yanındaki küçük meydancıkta bir süre dinlendik, kaldırıma oturarak bir süre sokak şarkıcılarını dinledik. Müzik çok güzeldi. Oval ya da sekizgen, metal perküsyon aletleri kullanıyorlar ve nasıl yapıyorlarsa telli enstrüman sesi çıkartıyorlardı.
Katedralin restore ediliyor ve Avrupa'da restore edilen her yapının üstünü kapladıkları resimli brandalarla örtülü olması beni hiç şaşırtmadı, zira geçmiş yıllarda Roma'da San Pietro'nun, Londra'da St. Paul'ün de ben oradayken aynı şekilde restore ediliyor olması benim şansımdı.
Hostel' dönüp biraz dinlendikten sonra saat 23 gibi tekrar çıktık. Yıkanmış ve kayganlaşmış sokaklarda korkarak epeyce yürüdükten sonra nihayet ara sokakta ufak bir bar bulduk. İçerisi oldukça kalabalık(ama boğuk değil) barla ilgilenen kız ise oldukça güzeldi. Bir sürahi Sangria istedik, hazırlanışını izledikten sonra hızlıca içtik. Oradan çıkınca tekrar sahile yönelip deniz kenarındaki çimlerde içmeye devam ettik.
Bir süre sonra ikimizin de sorunları başladı. Yiğit, oturduğumuz çimlere allerjik reaksiyon göstermişti, gözü ve dudağı anjiyoödem denen şişliklerle balon gibi olmuştu, benim ise mesanem patlayacak duruma gelmişti.
O saatte tüm sokakları çiş kokan Barcelona'da bir tek ben işeyemiyordum. Hepsi utangaç mesanemin suçuydu. Birinin yüzü gözü şiş, öteki sıkışmaktan yürüyemeyecek hale gelmiş, adeta iki ucube gecenin 1'inde bana işeyecek yer bulmak için dolaşıyorduk. En sonunda mesanemin kendini güvende hissedeceği, ancak rahatça gasp edilip öldürülebileceğimiz tenhalıkta bir köşe bulunca ben rahatlayabildim. Yiğitin ödemleri de azalmaya başlamıştı. Yeniden hayata dönmüştük:)
saat 3 gibi limana paralel ilerleyen yolların üzerindeki üst geçitlerden birinde tripodla yüksek enstantaneli fotoğraf çekmeye başladık. 1 saat boyunca uğraştık, o gecenin en güzel anıydı belki de, ve ortaya şöyle bir şey çıktı.
Odaya döndüğümüzde saat sabaha karşı 5'e geliyordu. Uyuyacak, dinlenecek ve Cordoba'ya dönüş yolculuğumuzu planlayacaktık.
28 Nisan 2011 Perşembe
Bundan başka dünyalar da var.
Pause.
...O zaman bir kaç saniyeliğine bu tuşa basılmış gibi oluyor. Oturduğum masadaki dönen muhabbetten, hatta oturduğum masanın kendisinden soyutlanıyor ve sadece benimkilere bakan gözlere kitleniyorum. Dışarıdan ne kadar aptal göründüğümü hiç önemi yok. Zaten o esnada masamda komik bir şeyler dönüyorsa, dinliyormuş gibi görüneyim diye yüzüme yerleştirdiğim ilginç gülümse de beni kurtarmayacak. Çok da umrumda değil aslında, zira ben şu an tam karşımda, bana bakan yabancıya bakıyorum ve onu merak ediyorum.
Zamandan, mekandan ve ruh halimden bağımsız, bu yaşadığım "duraklamalar". Bazen güzel bir cumartesi günü, bazen de sıkıcı bir pazar günü... Kişiden de bağımsız, her seferinde işlemiyor, her gözgöze geldiğin kişiyle gelişmiyor. Evet, çoğu zaman hormonlar büyük rol oynasalar da olay karşı cinsten rastgele biriyle gözgöze gelip karşılıklı hoşlaşmadan daha öte bir şey.
Bu duraklamaları farklı yapan, karşılıklı merak ve neredeyse acıtan bir aşinalık hissi; uzaktan, kalabalığın içinde sadece gözlerle iletişim çabası; bazen eş zamanlı bir gülümsemeyle oluşan senkronizasyon; tüketmemek için arada başka taraflarla, ya da oturduğun masada oluşturduğun küçük dünyanla ilgilenme ihtiyacı yaratması ve pek tabii ki, hepsinin sonunun bir sürü "ya?", "acaba?" ve "eğer?" dolu düşünce balonu bırakacak şekilde aynı bitmesi.
Gözler hep farklı ama sonlar her zaman aynı oluyor. Gözlerden birinin sahibi, buruk ve bunu haketmişcesine uzatılan bir kaç bakıştan(one more cup of coffee for the road) sonra ilgili mekanı terkediyor, sonra evli evine, köylü köyüne...
Play.
Sonra oturduğum masaya geri dönüyorum. Yan masaları ilgisizce inceliyorum. Önümdeki tabağa, bardağa, menüye, kitaba, bilgisayara; yanımdaki sandalyelere, üzerlerinde oturanlara, onların günlük endişelerine; kendi günlük endişelerime, işime, nöbet tarihlerime, tatil planlarıma yöneliyorum. Biraz önce baktığım gözlerin sahibi, sunacağı çatallanan evrenler ve yaratacağı paralel dünyalar ihtimallerini alıp, Yalnızlıkland, Kayıp Çoraplar ve Penalar İmparatorluğu ve Kırık Kalpler Krallığıyla komşu, Olasılık Kızları Cumhuriyeti'ne gidiyor. Bir gün ziyaret etmemi ve sundukları sonsuz ihtimalleri ve değişik yaşamları sırayla yaşamamı bekleyen diğerlerinin arasına katılıyor.
24 Nisan 2011 Pazar
Sihirli Cumartesi, Sinirli Pazar
Bir "groundhog day" deneyimi yaşayacak olsaydım, ya da herhangi bir günün hiç bitmeyeceğini bilseydim, o günün cumartesi olmasını isterdim.
Öyle özel bir cumartesi değil, alelade, tercihen ilk ya da sonbahara ait bir cumartesi olsun isterdim. Haftanın yorgunluk ve stresini cuma akşamında üzerimden atmış, ertesi günün pazar olduğunu bilmenin rahatlığıyla sadece kendim için ve yanımda olmasını istediğim insanlarla geçirdiğim bir günün sürekli tekrarlanması ya da hiç bitmemesi güzel olmaz mıydı?
Aslında düşününce, groundhog day'deki gibi sürekli tekrarlanması ve benim de bunun farkında olmam bir süre sonra sıkıntı yaratabilirdi. Tekrarlanacaksa da ben farkında olmayayım. Evet, şimdi konumuza dönebiliriz
Sabah nisbeten geç bir saatte uyanıp, kahvaltı sonrası biraz gezinti ve alışveriş, sonra evde dinlenip gece müzik dinlemeye çıkmak ideal bir plan olurdu ve okuyucu, müzik güzel olduğu sürece, emin ol hayatımın her gününü böyle geçirebilirim.
Bazen plan değişebilirdi. Kahvaltı sonrası alışveriş yerine yapmak istediğim, ancak vakit bulamadığım, ya da vakit bulamamayı bahane ederek yapmadığım şeyleri yapabilirdim. Müzik dersleri alabilir, ya da bir grupla stüdyoda prova yapabilir ve yahut dil kursuna gidebilirdim. Hatta kahvaltıdan sonra, taa akşam üstü rüzgarı beni ürpertinceye dek Üsküdar Çaycısı'nda yol kenarına bıraktığım arabam hakkında endişelenerek nargile içip etrafı seyredebilirdim de.
Anlaman gereken şu ki okuyucu, o sihirli günde her şey için vakit var ve istediğim her şeyi yapabilirim, istemiyorsam yatakta kalabilirim.
Şimdi şöyle bir şey yapalım. Bu sihirli günde kalmak isteyen yazıyı burada bitirebilir, daha az sihirli versiyonuna göz atmak isteyen ise aşağıdan devam edebilir.
Rolling Stones haklı beyler! Her zaman istediğinizi alamıyorsunuz, hatta çoğu zaman istediğinizi alamıyorsunuz ve ne yazık ki büyülü cumartesiler umarken, elimizde kalanlar hep kasvetli pazarlar oluyor.
Akşamki eğlencenin dozunu kaçırdığınız, ölmek isteyecek bir baş ağrısıyla uyandığınız, öğleden sonra ancak kendinize gelebildiğiniz pazarlar; kendinize geldiğinizde pazartesiye ne kadar da az kaldığını farkedip gece uyuyuncaya kadar, bu henüz farkettiğiniz gerçekliğin bütün gününüzü mahvetmeye yettiği pazarlar; saatlerin pazartesine doğru zalim bir hızla ilerlediği, zamanı durdurmak istediğiniz, ancak battaniyenin altında kalmaktan başka bir şey yapamadığınız pazarlar; havanın yağmurlu olduğu pazarlar; havanın çok sıcak ya da çok soğuk olduğu pazarlar; tanıdığınız herkesin şehir dışında olduğu, tek başınıza dışarı çıkınca sadece tanıdıklarınızın değil, bütün şehrin şehir dışında olduğunu farkettiğiniz hayalet pazarlar; bütün dükkanların kapalı olduğu pazarlar; bütün etlerin bayat, bütün sebzelerin soluk olduğu pazarlar; akşamdan kalmalıkla dolu, çirkin pazarlar...
Bazen groundhog day deneyimini yaşadığımı, hayatımın sürekli tekrar eden ve ne yazık ki bunun farkında olduğum bir pazar gününden ibaret olduğunu düşünüyorum. İşin İronik yanı o pazardan, beni sevmediğim pazartesinin kurtarmasını beklemek oluyor.
Bu yazıdan, en sevdiğim günün Cumartesi olduğunu anlamışsındır, okuyucu.
17 Nisan 2011 Pazar
Rock Werchter
Tatil için çalışıyorum.
Evet, biri ne için çalışıyorsun diye sorarsa, cevap olarak bunu söyleyeceğim. Düşünüyorum aklıma başka bir şey gelmiyor.
Zaten Şubat ayı geçtikten sonra, havaların ısınması bana hep ekstra bir motivasyon sağlarken, bir de iki yıldır havaların ısınmasının yıllık izinle aynı anlama geldiğini anlamam, bana yaz aylarını iple çektiriyor. Aylar öncesinden başlıyorum planlara.
Geçen sene de yaptığım gibi, bu yıl da yıllık iznimi Haziran ve Eylül olmak üzere ikiye böleceğim. Daha önce. Eylül ayı için nihayet New York'a karar verdiğimi, ancak haziran için henüz karar veremediğimi yazmştım. Bu yaz İstanbul'da yapılacak konser/festivallere göz atarken, Iron Maiden'a heyecan yapıp, sevgili Cem kardeşimi de gaza getirmeye çalışırken, kendisinden gelen tokat gibi "Rock Werchter?" cevabıyla irkildim. Aslında yalan olmasın başta sallamadım. Sonra, bi ara "neymiş bu Rock Werchter" diye merak edip, festivalin resmi sitesine girip, line up'u görünce artık haziran için de bir planım olduğuna karar verdim.
Şöyle söyleyeyim(ya da copy paste yapayım):
MAIN STAGE
MAIN STAGE
Sadece Iron Maiden(zira Sonisphere'deki diğer gruplar çok çekmedi ilgimi) için dünyalar kadar masraf yapıp o küçücükçiftlik park'a gitmekten daha mantıklı geldi bu seçim bana ve beni gaza getiren cemden önce, bir çılgınlık edip biletimi aldım. 5 günlük kamp+festival bileti+20 adet yemek bileti toplam 630 lira civarı bir meblağ tuttu. Tabi üzerine vize ve uçak bileti de eklenecek ama tek günlük sonisphere'in sahne önü biletinin 520 lira olduğunu da belirtmekte fayda var.
Bundan sonrası ufak varyasyonlar artık. Uçak biletini nereye almalı. Direkt Brüksel'e mi inmeli yoksa bir iki gün önceden gidip bir daha Amsterdam mı yapmalı? Bunlar karar verilmesi gereken ufak detaylar. Gerisi ise 29 Haziran'da yıllardır itinayla uzak durduğum çadır(insanlar hala inanamıyor çadırda kalacağıma) ve dinlemeye değer bir sürü grup(Coldplay diyorum bak)
14 Nisan 2011 Perşembe
Pencereden Dışarı Bakan Adam
Pencereden dışarı bakan adam tehlikelidir. Pencerenin dışındaki dünyada neler olduğunu merak eder. Pencerenin dışındaki hayatlara özenir. O an için de olsa pencerenin dışında olmayı hayal eder.
Pencereden dışarı bakan adam, pencerenin gerisinde olanlara karşı ilgisini yitirmiştir. Ya da buna kendini inandırmıştır. İkinci seçenek daha kötüdür.
Pencereden dışarı bakan adam, sokaktan geçen insanların hikayelerini merak eder. Onların herhangi birini kendisiyle beraber, pencerenin gerisinde düşlemez, zira bir süre sonra yine pencereden dışarı bakacağını biliyordur.
Pencereden dışarı bakan adam, ara sıra pencereden içeri bakan adam olur. Kendisine sokaktan geçen insanların gözüyle bakar, ya da sokaktan geçen vücut bulamamış, öylece havada süzülen grotesk bir "göz" aracılığıyla... Böylece kendi hikayesini okumaya çalışır. Sanki kaçırdığı bir şeyler vardır ve bu şekilde bunların neler olduğunu anlayacaktır. Aslında içten içe bunu, sadece yaptıklarını, seçimlerini "objektif bir bakış" illüzyonuyla meşrulaştırmak için yaptığını bilir.
Pencereden dışarı bakan adam için pencerenin dışında olan şeyler dünyanın en güzel şeyleridir. Pencerenin dışında hayat vardır. Pencerenin dışında herkes mutludur. Bu "mutluluğu" aramak için pencere dışındaki hayata karışmaya çalışma teşebbüslerinin hepsinde, anında pencere gerisini özler.
Pencereden dışarı bakan adamın ait olabileceği tek yer pencerenin gerisidir. Pencereden dışarı, pencereden dışarıdakilere bakmaya, sadece bakmaya devam edecektir. Bu esnada pencerenin gerisinde gerçekten olan biteni kaçırmaya mahkumdur.
27 Mart 2011 Pazar
Güncellemeler 19: Here Comes The Sun
Google görsellerinden bahar konulu resim ararken karşıma Renault Broadway Spring çıktı. Ne yapalım? Sizin de kısmetiniz buymuş. Ve hayır bu benim arabam değil.
**En son kaza yaptığımı yazmıştım. Hasarlı bir şekilde servise bıraktığınız arabanızı, hiç bir iz kalmamış, bıraktığınızdan daha yeni-en azından daha parlak ve temiz- bir şekilde teslim almanız güzel, bir nevi her şeyi unutturuyor. Keşke emosyonel ya da fiziksel travma yaşayan insanları da, böyle iz bırakmadan düzeltebilecek yerler olsaydı. İçinde bulunduğum meslek kolunun bu işi yapması gerekiyor, ancak ne yazık ki bizim tedavilerimiz sonrası insanlarda mutlaka bir iz kalıyor. Bazen tedavinin kendisinin izi kalıyor...
**Sizi bilmem, ama ben kesinlikle tatil için çalışıyorum. Tatilin benim için nasıl özel bir ritüel haline geldiğini tatil yazılarım kesinlikle anlatıyordur. Mart dönemecini geçtiğimize göre önümüzdeki aylar tatili planlama ve o planları gerçekleştirme ayları. Ben geçen sene olduğu gibi, bu yıl da tatilimi ikiye bölmeye karar verdim. Eylül'ün iki haftası nihayet uzun süredir beklenen Amerika seyahatine ayrılırken, Haziran'ın sekiz gününü kapsayan tatilimin diğer yarısı hakkında hala karar verebilmiş değilim.
**20 aylık çömezlik periyodundan ve 8 ay önceki yanlış alarmdan sonra nihayet kliniğe yeni biri başladı. İş yüküm ve nöbet sayım belirgin bir şekilde azalacak ve bu gerçekten hayatımda belirgin bir fark yaratacak. Bundan sonra gelecek her kişi, daha az nöbet ve kendime ayıracak daha çok zaman anlamına gelecek.
**Geçen hafta oynanan Fenerbahçe derbisine giderek, hayatımda ilk defa bir Galatasaray maçına, yeni statta hem de derbi maçına gitmiş oldum. Tabii bu kadar anlam yükledikten sonra gönül, sonucun da tatmin edici olduğunu anlatmak ister ama pişman olmadım sanırım. Bu arada stad gerçekten mükemmel
**Stad gerçekten mükemmel ve yaza kadar başka bir Galatasaray maçına gitmeyeceğimi varsayarak, 8 temmuz'da ikinci kez TT Arena'ya gidiyorum. 1993'te ilk geldiklerinde kendilerini bilecek ya da olgunlukta olmadığımdan ve 17 yılda bir geldiklerini düşününce bir daha gelme ihtimalleri pek bulunmadığından aşağı yukarı kendilerini Türkiye'de izlemek için ilk ve son şansım olan bu konseri kaçırmak üzücü olurdu. Biletler satışa çıktığı gün bir tane saha içi bileti(tribünde bon jovi mi izlenir?) edinerek geri sayımı başlattım. Umarım böyle bir setlist'le çıkarlar.
**Gitar hocası ile ilgili attığım post sonrası gelen öneri mailleri sayesinde nihayet kendime bir adet gitar hocası ve düzenli bir uğraş buldum. En yakın zamanda başlıyorum. Ne kadar süre devam eder bilmiyorum, ama bu derslerin mutlaka bir şeyler katacağından eminim. 10 yıldır kendi kendime yanlış öğrendiğim, kemikleşen şeyleri düzeltse bile yeterli olur. Bir de spora mı başlasam ahah?
**Velhasıl(vaay) Nisan geliyor. Kış, geçen hafta son çabalarını gösterip 7-8 aylığına(izmir için tabi) aramızdan ayrıldı. Şimdi artık yazı yazmanın, tatil planları ve ufak hafta sonu kaçamakları yapmanın, iş çıkışlar Alsancak'ta sıcak hava+soğuk bira kombinasyonunun zamanı. Hatta durun burada Candan Erçetin'in kesinlikle güzel kafayla yaptığı Melek(nora hanım düzeltti) adlı şarkıdan alıntı yaparak bitireyim: "...Ve daha bir sürü şey"(böyle bir şarkı sözü mü olur yahu)
6 Mart 2011 Pazar
Hayat bir kazadır
En kötüsü de ses aslında. Fren sesi, korna sesi, aracın içindeki insanların uyarı, kızgınlık en çok da korku içeren sesleri ve en önemlisi çarpışma sesi...
Önünüze çıkan araca doğru giderken, evet sonuna kadar bastığınız frenin bir işe yaramayacağını bilerek giderken aslında bilinmez bir yere doğru da gidiyorsunuz. Bu saniyeler, belki bazen saniyelerden de daha az süren bu yolculuk, o kadar kısa, hem bir o kadar da uzun ki, sayamayacağınız kadar düşünce balonları patlıyor beyninizde, bir çok hesap geçiyor kafanızdan. Bu bütün düşünceler ve hesaplar beyhude, bunu siz de biliyorsunuz, çünkü siz ve önünüzdeki, son durağınız olan kamyonetin sağ yanı arasındaki metreler azaldıkça yapacağınız hiç bir şey sonucu değiştirmeyecek. Buna rağmen kafanızdaki düşüncelere engel olamıyorsunuz.
Yukarıda, beyniniz bunlarla meşgulken aşağıda böbrek üstü bezinde de hummalı bir çalışma var. Bu süngerimsi yapıdaki bezin içindeki milyonlarca hücrenin bu zamanlar için küçük kesecekilere depoladığı adrenalin, uzun süredir bu anı bekliyormuşcasına, çıkış zilini duymuş ilkokul çocukları gibi keseciklerini patlatıp kanınıza karışmaya başlıyor. Kalp atışlarınız hızlanıyor, göz bebekleriniz büyüyor refleksleriniz keskinleşiyor, ama nafile...
Vücudunuzun ve beyninizin hiç bir çabası işe yaramıyor ve nihayet o sesi, bir şeylerin yolunda gitmediğinin, bir şeylerin hasar gördüğünün habercisi olan ve sırtında bir sürü belirsizlik taşıyan o sesi duyuyorsunuz.
O sesle beraber olayın ikinci kısmı başlıyor. İlk duygu "merak" oluyor. Kendinize ve diğerlerine bir şey olup olmadığını merak ediyorsunuz, ellerinizi ayaklarınızı hareket ettiriyorsunuz, ettirebildiğinizi görüyorsunuz. Tabii elleriniz titreyerek ihtiyacınızdan fazla hareket edebildiğini gösteriyor. Arabadaki diğerlerini merak ediyorsunuz, herkes iyiyse bu kez kazaya karışan diğerlerine bir şey olup olmadığını merak ediyorsunuz ve tabii ki arabanıza ne olduğunu merak ediyorsunuz. Bu esnada ilginç bir coşkunluk hissi kaplıyor benliğinizi, nedenini anlamıyorsunuz ama içiniz içinize sığmıyor.
Size sonsuzluk kadar uzun gelen bir kaç saniyeden sonra nihayet kendinizi hazır hissettiğinizde, bütün meraklarınızı ve coşkunluğunuzu bastırmak üzere eliniz kapı mandalına gidiyor ve dışarı çıkıyorsunuz...
28 Şubat 2011 Pazartesi
Blogu kötüye kullanma postu
10 yıldır gitar çalıyorum, ne var ki işin teorik kısmında eksiklerim var Akustik gitarda "picking", elektro gitarda ise solo kısmında öğrenecek çok şeyim olduğunu biliyorum.
Ayda 368 saat çalıştığımdan(evet) benim çalışma saatlerime göre ders saatlerini ayarlayabilecek ve işyerimde ya da tercihen evimde bana ders verebilecek bir gitar öğretmeni arıyorum. Fiyat konusu yukarıda saydığım önceliklerimden daha sonra geliyor, bir şekilde anlaşırız.
Bu blogu okuyan ve İzmir'de bu tanımlamalara uyan arkadaşı, hocası ya da referans olabileceği biri varsa ve lütfen yorumlar, ya da iletişim kısmındaki e-posta adresimden bana ulaşırsa çok sevinirim.
23 Şubat 2011 Çarşamba
Ummak üzerine biraz daha*
...Aslında gündelik yaşam üzerine kurduğum tüm teoriler, bu teoriler sonucu aldığım tüm önlemler, kendi zavallı hayatım üzerinde kontrolüm olduğu sanrısını beslemekten ileri gitmiyor. bu arada özel olarak zavallı bir hayatım yok, gayet de iyi idare ediyorum sanırım, ama evrenin ve tesadüflerin büyüklüğü karşısında bütün hayatlar zavallı kalıyor.
Ve ister istemez öğreniyoruz aslında elden bir şey gelmedğini. Bu kabulleniş belki kurtuluşun sinyalini veriyor. Zira artık mücadele etmeyip olanı kabullendiğin zaman belki istediğin(belki -istemek- iddialı olur), idare edebileceğin şeylere rastlıyorsun
İşte o yüzden ummak nasıl bir zehirse, mutluluk arayışı da öyle bir zehir, zira kimse mutlu olamıyor(en azından bu denkleme bir başkası dahilken olamıyor) Birinin mutluluğu diğerinin verdiği ödünlerin miktarıyla arttığından, bir süre sonra karşı tarafın verebileceği ödün kalmayınca bu bahsettiğim mutluluk "illüzyonu" çok yükseğe çıkan helyum balonu gibi birden patlayıveriyor. Çünkü evet çünkü insanlar beraber varolabilmeyi beceremiyor. Benim şahsi görüşüm de beraber varolabilmenin ütopya olduğu yönünde
O yüzden huzur için illüzyonlardan kaçınmak gerekiyor. Mutluluk değil de memnunluğu aramak, iddialı hayallerin peşinden koşmayı bırakmak gerekiyor. En zoru da bu, zira anlık heyecanlar beklentileri yükseltiyor, aynı zamanda helyum balonumuz da gökyüzünde, patlayacağı seviyeye doğru yükseliyor.
Seçimlerde ihtiyat gerekiyor. İradesi sağlam olanlar memnunluğu sürdürebiliyor, belki de neredeyse mutlu olabiliyorlar.
*Gönderilmiş öğeler klasörümden
28 Ocak 2011 Cuma
Giorni
Ajda Pekkan'ın kalbur üstü devşirmelerinden "Ya Sonra"'nın orijinali... Mina Mazzini'den dinlemek çok daha güzel. İnsanı ister istemez Pekkan'ın coverladığı diğer şarkılarını aramaya sevkediyor.
Bunun yanında elbet, 60-70'lere gitmek, Beatles ve Bob Dylan plakları bulmak için uğraşmak, Uzun saçlı-kısa şortlu futbolcuların çamur içindeki sahalarda yaptıkları maçları seyretmek, soğuk savaş senaryoları kurmak ve elbette siyah Beyaz Türk filmleri evreninde yaşamak hayalleri kurduruyor.
23 Ocak 2011 Pazar
in somebody else's sky
Başımıza ne geldiyse öykündüğümüzden geldi. Sinemalarda gördüğümüz hikayeleri yaşama isteğimizden... Halbuki bizi başta uyarmalıydılar, filmlerde gördüklerimizi gerçek hayatta bulamayacağımızdan bahsetmeliydiler, belki bu kadar büyük hayalkırıklıkları yaşamayacaktık o zaman.
Bilmeliydik mucizelerin olmayacağını, gelinlerin son dakikada karar değiştirip eski bir otobüsle düğünlerden kaçmayacaklarını, hayatın güzel sürprizler çıkarmayacağını.
Ummak kendine düşmanlıktır, okuyucu. O yüzden hiç bir şeyi umma. Bir dekat boyunca yerinde oturup sinsice kendini hayatın ve tesadüflerin insafına bırakıp, istediklerinin, senin isteklerin doğrultusunda şekillendirilmesini umma.
Evet, hepimiz aynı yıldızları görüyoruz, ama ne yazık ki bazı yıldızlar başkalarının gökyüzüne ait ve hiç bir serzenişin ya da isyanın bu gerçeği değiştirmeyecek.
16 Ocak 2011 Pazar
One
Üzerinden 3,5 yıl geçmiş. Yaptığım ilk kayıt. Kullandığım bütün ilkel yöntemlere rağmen sanırım en fazla keyif aldığım da buydu.
15 Ocak 2011 Cumartesi
Simple Twist of Fate
...Orada oturmuş ne yapması gerektiğine karar verirken, artık hayatındaki bu tür değişimlerin onu çok da şaşırtmadığının farkına vardı. Hep aynı şeyleri yaşıyordu, her seferinde de ne yapması gerektiğine kafa yoruyordu, yine de hepsi aynı bitiyordu.
Evet, aynı şeyleri yaşıyordu, ancak artık bir takım varyasyonlar da oluşmaya başlamıştı. Eskiden başlangıçlarda fazlasıyla heyecanlanan, olması gerekenden daha hevesliyken, giderek törpülemeye başlamıştı bu sahte heyecanını. Olmasını istediğinin illüzyonu, olması gerekenin, ya da basitçe halihazırda "olanın" önüne geçince sonuç dahil olan herkes için daha acı verici oluyordu. O yüzden artık yavaş yavaş, bu çaresiz anlam yükleme dilenciliğini terketmeye başlamıştı.
Bunu farketmek hoşuna gitti, ancak yine de tamamen her şey istediği gibi gitmiyordu. Hem, başladığı şeyin, başka bir döngü olduğunu biliyorken istediği gibi gitmekten nasıl bahsedebilirdi ki? Başlangıçlarda artık kendisi heyecanlanmıyordu, ancak hala, kendisi dışında ortaya çıkan heyecan ve duygu yoğunluğuna gem vurmuyor, aksine çoğu zaman cesaretlendiriyordu. Ne yazık ki bu da başkaları için bir illüzyon sebebiydi.
Aksini yapamazdı, aksi insan ilişkilerinin dinamiğine uymazdı zaten. Kimse karşısında apatik duran bir adam istemezdi. Herkes karşıdakinden, tutulması gereken sözler olmasa da, devam etmek için bir miktar güvence isterdi ve bunu insanlara vermezseniz, istemediğiniz kadar yalnız kalırdınız. Evet, yalnızlığı seviyordu. Hayır, o kadar da sevmiyordu.
O yüzden devam etmeye, kimsenin hayalini yıkmamaya, kurulan planları-hiç gerçekleşmeyecekleri bile- desteklemeye, sevgi sözcüklerine karşılık vermeye, masadaki elleri tutmaya, uzatılan dudakları öpmeye ve bütün bunlara, sonu üçüncü kişiler için devasa hayal kırıklıkları getirecek olsa dahi devam etmeye karar verdi.
Öksürmeye başlayınca içeri girmesi gerektiğini anladı, bir kış günü için hava oldukça güzeldi, ancak mevsim hala kıştı. Bir kaç güneşli gün bu gerçeği değiştiremezdi.
8 Ocak 2011 Cumartesi
Babamın Biletleri
Saman kağıdının kokusunu, mavi grafik çizgilerini hatırlıyorum. Bazen kendisi bakar, bazen de "Bak bakalım bize bir şey çıkmış mı" diyerek bana kontrol ettirirdi. Her seferinde büyük heyecanla bakardım, belki o da aynı heyecanı hissederdi ben bileti kontrol ederken.
Babam, denk geldikçe milli piyango bileti alır. Eskiden sektirmeksizin ayın bütün çekilişlerinde alırken, şimdi bu tutkusu biraz daha azalmış durumda. Denk geldikçe alıyor. Zamanla o da umudunu yitirdi herhalde. Bana kontrol ettireceği zaman artık genellikle internetten kontrol ettiriyor, yine de ben o, piyango bayiinden alınan o garip kokulu listelerden, her rakama teker teker bakarak heyecanla zenginliği aradığımız günleri özlüyorum.
Hepimiz babalarımızdan izler taşıyoruz ve özellikle biz erkek çocuklar, bir gün babalarımız(gibi) olacağız. Bu kaçınılmaz. Sevdiğimiz, sevmediğimiz bütün huylarını, alışkanlıklarını her geçen gün kendimizde görmemiz bunun işareti değil mi?
Bir randevuya, ya da olmam gereken yere aşırı dakiklikten(ya da gereksiz bir telaştan) hep erken gitmem; akrabalarımın yanında, arkadaşlarımın yanında konuşkan olmam; bir şeye karar verdikten sonra vazgeçirilemeyen sabit fikrim; iş çıkışı televizyon karşısında uyuklamam hep babamın oğlu olduğumdan...
Bunlara yeni eklenen ise Milli Piyango alışkanlığı. Şimdilik, yılbaşı çekilişlerini kaçırmıyorum, ama eminim bir zaman gelecek ki hiç sektirmeden her ayın 9,19 ve 29'unda bilet alacağım. O bileti aldıktan sonra, amorti bile çıkmadığını anlayacağım ana dek, kazanacağımdan emin olduğum büyük ikramiyeyle ne yapacağım konusunda planlar kuracağım. Onun eskiden büyük dikkatle göz gezdirdiği saman kağıttan liste yerine, ben biletimin numaralarını internete gireceğim ve bu sefer de bir şey kazanamadığımı öğrenince, planlarımı bir dahaki sefere erteleyeceğim.
Ne diyebilirim ki, hayatta bazı kaçınılmaz şeyler vardır, zira hepimiz babalarımızın çocuklarıyız..