31 Aralık 2008 Çarşamba

Pişman mı?

Demotivator Poster Picture Unrelated - But it's a Gigantic Panda Blasting a hole through a Knight with a Rainbow Spewed from its mouth ... what's not to like?

Pişmanlıklarımı siliyorum aklımdan... Bir süredir eskiden kötü giden herşey için sistematik bir şekilde kendimi suçlamışım, ama anlıyorum ki, hayat tek başına yaşanmıyor. İyi veya kötü giden herşeyi ben kontrol eden bir tek ben değilim. "İkinci" faktörünü hep görmezden gelmişim şimdiye kadar...

Özetleyecek olursak, önceki yazılarımda bahsettiğim pişmanlıklarım, itinayla rezil ettiğimi iddia ettiğim ilişkiler üzerine düşününce, aslında bütün yumrukları benim yemem gerekmediğini görüyorum. Ortada kötü bir sonuç varsa tek suçlu ben değildim. Nedense son zamanlarda ben bu basit çıkarımı yapamadan hep kendime yüklendim. Ortadaki muhtemel kötü sonucun, hatta benim elimle olan kötü sonucun, karşı tarafın-ikinci faktörünün- yeterince iyi olmadığı, yeterince çabalamadığı hatta en basitinden "doğru kişi" olmadığı ihtimaline bağlı olabileceği gerçeğini yoksaydım. Gereğinden fazla büyütmemek lazımmış geçmişi

Ya ecnebilerin "self-righteous" dedikleri kişi oluyorum, ya da halihazırda benim mutlu eden bir şeye sahip olduğumdan ve bu mutluluğun en az yarısı karşımdaki insana bağlı olduğundan böyle bir "catharsis" yaşıyorum. Bilmiyorum. İlişkilerin iki kişiyle yaşandığını ve ortadaki iyi veya kötü sonuçtan o iki kişinin de sorumlu olduğunu biliyorum.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Yalancı Kar

http://img148.imageshack.us/img148/4361/izmir20175b25d2yi.jpg

İzmir
'de yedinci yılıma girdim. Her yıl, aşağı yukarı aralık ayının ortalarında Bornova'yı kuzeyden çevreleyen dağlardaki kar, sert rüzgarlarla Bornova'ya düşer. Her yıl da mütemadiyen kar heyecanına sahip İzmir yerlileriyle birlikte, ben de heyecanlanırım, sağı solu ararım "Kar yağıyor, gördün mü?" diye. Hadi onları anlıyorum, nadir yağıyor İzmir'e kar, yağınca da birşeye benzemiyor.

Bana gelecek olursak, aynı coşkuyu ben neden yaşıyorum her yıl? İşte onu anlamıyorum. Diyarbakır'da doğup büyümüş, 18 yaşına kadar yaşamış biri olarak, her kış fazlasıyla kar görmüşlüğüm var. Üstelik artık çok da hazzetmemekteyim kardan. Daha önceki yazılarımın birinde de belirttiğim gibi, şu an Nisan TUS'una hazırlanmamın yegane sebebi 3 kış önceki kar yağışıdır. Belki de İtalyanların "A roma fa come i romani" sözüne uyup ben de İzmir'deysem İzmir'liler gibi yaşıyorumdur

Öte yandan son günlerde düşünmeden edemiyorum. O 3 yıl önce kar yağmasa, beni devamsızlıktan bırakmasalar, okulum bir buçuk ay uzamasa, Eylül TUS'una girsem... Bütün denklem değişiyor ve an itibariyle sahip olduğum mutluluk ve huzura sahip olamıyorum. Çok sorgulamamak lazım evreni, herşey olması gerektiği için oluyor...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Yağmurlu Cumartesi



Herşey benim dün, asansörde üstümde kaşe ceketimle pişerken, "Bu ne biçim aralık be, pişiyoruz resmen" diye bağırmamla başladı. 3 saat içinde hava 22 dereceden 11 dereceye indi, gökyüzünde bulut olarak hayatlarını idame ettiren ne kadar su buharı varsa, yeryüzüne inmeye karar verdiler. Bu sırada deneme sınavından çıkıp evine gitmekte olan benim üzerime uğramayı ihmal etmediler. Uzun lafın kısası, dün akşam iliklerime kadar ıslandım. İklimin şakası olmuyormuş...

O zorunluydu da, yağmuru günahı kadar sevmeyen ben, daha brutal bir şekilde yağan yağmurda dışarı çıktım. İki kiloluk botlarımla yürüdüm. Bu paragrafa böyle girince ardından bir dolu yakınma gelecek sanacaksınız, lakin gayet de bilerek ve isteyerek çıktım dışarı, Alsancak'a. İyi ki de çıkmışım. Güzel günler bunlar...

Yukarıda ise, I've just seen a face var.

18 Aralık 2008 Perşembe

Gözlük


Evet, artık October Swimmer şekilde gördüğünüz gözlüğü takıyor. Tusun bana verdiği başka bir hediye de +1,00 Hipermetrop ve 2,00 Astigmatlı bir sağ göz oldu. Hayırlı olsun.

Not: Gözlüğe giden yolda katkısı büyük olan arkadaşa, eğer bu yeni halimden hoşlanmazsam, kendisini de gözlük takmaya zorlayacağımı söylemek isterim:)

16 Aralık 2008 Salı

Top 5: Çocukluğumun En Vurucu Türk Filmleri

Öğleden sonraları tek kanallı televizyonda çıkan, Carouselle ve ardından gelen Türk filmine mecbur büyüyen bir kuşağın içindenim. İlkokulda ya sabahçı, ya da öğlenciydik. Sabahçı olmak demek yukarıdaki yazdığım rutin demekti. Bir de mevsim kışsa illa ki, ikindilerin ajitasyon dolu Türk filmlerine mahkum olacaktı bünye.

Yanlış anlaşılmasın, şikayet etmiyorum, zira şimdinin öğleden sonra programlarındaki saçmalıklar, izdivaçlardansa ben yine de 80 öncesi, şanslıysam 70 öncesi Yeşilçam'a razıyım. Hatta öperim de başıma koyarım.

Belki bu yüzden çocukluğumuzu bitirdiğimiz anda önümüze çıkan grunge akımını çok sevdik biz, belki gizli bir ajanda hazırladı bizi bu filmlerle melankoliyi vücutlarımıza usul usul zerk ederek. O gizli ajanda her ne yapıyorsa şimdiki kuşağı da bahsettiğim saçma programlarla bir şeye hazırlıyor. Ortaya nasıl birşey çıkacağını bilmek bile istemiyorum.

Sözü daha fazla uzatmadan listemize geçmek istiyorum.

5- Şakayla Karışık(1965)
http://img258.imageshack.us/img258/4360/bscap248mj1.jpg
"Bu da mı gol değil, Hakim bey". Türk sinemasının en ünlü karakterlerinden Ofsayt Osman'ın ağzından, yine türk sinemasının en ünlü repliklerinden birini barındırır bu film. Kadro da dolu: Sadri Alışık, Filiz Akın, Ajda Pekkan, Efgan Efekan, Kadir savun... Talihsiz bir adam, Ofsayt Osman'ın hasta ve küçük bir kız için yaptıklarını, oyuna getirilmesini izleriz. Mahkeme sahnesinde içi titremeyecek adam tanımam.

4- Aşk Hikayesi(1971)
http://www.sinematurk.com/images/film/1778.jpg
Hollywood'un ünlü, Love Story'sinin devşirmesi olan bu filmi, Nejat Saydam yönetmiş. Gül(Deniz Gökçer) ve Taner(Salih Güney)'in karşı çıkılan evlilikleri sonrası tam herşey yerine oturmuşken, Bir trafik kazasında kan vermeye gönüllü olan Gül'ün kanser olduğu ortaya çıkar ve o andan itibaren bizim için de eziyet başlar. Deniz Gökçer'in o buruk bakışlarını üzerinden o kadar sene geçmesine rağmen unutmak mümkün değil.

3- Bir Şoförün Gizli defteri(1958)
http://www.turksinemasi.com/images/afis/birsoforungizlidefteri1958.jpg
Eşref Kolçak'ın henüz oturaklı kötü adamları oynamaya başlamadan önceki jön haliyle Çolpan İlhan'ın siyah beyaz ekrandaki kusursuz güzelliğini buluşturan bir film. Yönetmeni Atıf Yılmaz. Bu biraz kategori dışı oluyor, zira filmi ben 1999 yılında izledim. Hala çocuğuz, ama o kastettiğim yaşları geçmişiz. Filme, 17 Ağustos depreminden sonra müzik yayınını kesen ve sürekli siyah beyaz Türk Filmleri yayınlayan, İzmir'in yerel bir müzik kanalında denk gelmiştim. Zaten günlerdir televizyondaki görüntülerden belirli bir hüzün seviyesinde olduğumdan bu filmin beni vurmama ihtimali yoktu. Film sadece bir şoför olan Erol(Kolçak) ile Paşa kızı, sosyete meraklısı Çiler(İlhan), namı diğer Çilek Hanım arasındaki imkansız aşkı anlatıyor. Erol ne kadar sınıf atlasa da, zenginleşse de, aynı oranda düşen, bayağı bir kadın haline gelen Çilek Hanım'a layık olamıyor. Yine de Çilek kendini sistematik bir şekilde mahvederken, Erol hep onu kurtarmaya çalışıyor, hep seviyor...

2- Canım Kardeşim(1973)

Tarık Akan, Halit Akçatepe, Metin Akpınar, Kemal Sunal ve Adile Naşit'i buluşturan filmlerden bir başkası... Ertem Eğilmez, hepimizi kahretmek, boğazımızda düğümler yaratmak amacı güdüyor. Üzüyor bizi hem de çok üzüyor. Kanser olan, bunu öğrenip arkadaşlarına bilye miras bırakan küçük Kahraman'a üzülüyoruz. Ertem Eğilmez hüzün veriyor, lakin ajite etmiyor. Kollarını iki yana açıp "Gitme diyeydim deee" diyen bir babaya rastlamıyoruz mesela filmde. Televizyon hasretiyle yanıp tutuşan küçük, ölen çocuk, kavuştuğunda o kdar mutlu oluyor ki hatta o kadar mutlu ölüyor ki, ölen çocğun yüzündeki o gülümseme, sinema başındaki cefakar izleyiciye teselli ikramiyesi oluyor

1- Yavrum(1970)


Geldik listenin şampiyonuna. Orhan Aksoy'un yönettiği, Ayşecik(Zeynep Değirmencioğlu), Semra Sar, Metin Serezli, Suzan Avcı ve Münir Özkul'un oynadığı bu filmde, Emine'nin, kocasının askere gitmesinden sonra yanında çalıştığı kötü kalpli insanlar tarafından oyuna getirilmesi, çocuğunun elinden alınması ve yıllar sonra çocuğuyla tekrar kavuşmasını izliyoruz. Filmin konusu yeterli olsa dahi, Bu filmi listenin şampiyonu yapan tek bir unsur vardır: "Kara taş". Çocuğunu kaybeden Emine'nin bebeği yerine, kara bir taşı bağrına bastığı sahne, izlediğim filmler arasında gördüğüm, en maksatlı sahnedir. Buradan yönetmene seslenmek istiyorum. "Ayıptır, 9 yaşında bir çocuğa yapılmaz bu kardeşim!!"


Evet, listemiz budur. Siz de, yorumlarınızla kendi can alıcı filmlerinizi paylaşınız efendim.

14 Aralık 2008 Pazar

Güncellemeler 3

http://images.intolondon.com/images/intolondon/transport-maps/london-underground-tube-map.gif

**Hayatımdaki insanları merkezdeki bana göre tabakalara ayırıyorum. Ne kadar acı görünse de en içteki tabakadaki insanlar en değer verdiklerim ve benim için en önemlileri en sondakiler ise genellikle "Merhaba, Naber?" insanları oluyor. Bunun neden mi yazdım? Yıllardır bir sebepten ötürü dış tabakalarda duran birini, sırf bir şekilde hergün görüşmek zorunda kalıyorum diye iç tabakalara alma hatasına bir daha düşmemek için.

**Her gün arabada, gidiş dönüş toplam 20 dakika maruz kaldığım radyo, müzik zevkimi değiştiriyor. Garip şarkılardan zevk alıyorum. Sorun değil, lakin beynimden çıkmıyor, loop'a giriyor bazıları. Mesela "Womanizer". Düşünsenize kafanızın içinde Britney Spears, sürekli, "womanizer ooh womanizer" diyor. Bir de arada kendimi kaybedip yolda mırıldanıyorum, tam felaket. Mesela Beyoncé Knowles'ın aynı isim kulvarındaki kardeşi, Solange Knowles'in sandcastle disco şarkısı geçen hafta sürekli dilimdeydi. "Baby-bbb-Baby don't blow me away" diye geziyorum sağda solda. Allah düşmanıma vermesin!

**¿ sağolsun, yeni bir blog keşfettim. "Flying Dutchman". 7 kişilik bir grup, çoğunlukla futbol hakkında yazıyorlar. Tarafsız, değişik bakış açısı sunan bir yaklaşımları, samimi bir üslupları var. bu da facebook gruplarının adresi. ¿(Deniz) demişken, Ona ve diğerlerine karşı mahçubum. Umarım affederler beni.

**Yeni Coldplay gözdem "Warning sign".

**Barcelona'yı sevmem. Hatta hazır bu konuya girmişken sevmediğim takımları yazayım. İngiltere'den: Manchester United. İspanya'dan Barça, Almanya'dan Bayern München, İtalya'dan Milano'nun takımları, Fransa'dan Lyon ve en son Hollanda'dan PSV.
Barcelona'yı sevmememe rağmen dünkü derbide kazansınlar istedim. Bunu Fenerbahçe'ye yenilen bir Galatasaray'lı olarak mı, yoksa futbolu takdir eden bir izleyici olarak mı istedim bilmiyorum. Bir de yeni öğrendiğimiz "el clasico" tabiri çabuk yordu sanki, ha? Ne dersiniz?

**Sony Acid 7.0 çıkmış. Aslında Sony acid 5.0 kullanan biri olarak, "Sony, acid 5.0 ile bu işe nokta koymamış üstüne 6.0 ve 7.0'ı çıkarmış" demem lazım ama neyse. Güzel yanı bu versiyon, VST ve midi klavye desteği de veriyor. Yani FL studio'yu nefret ederek seçme sebebim olan gitarın audio girişiyle, Midi klavyenin usb girişini entegre etmek için artık sevdiğim Acid'i kullanabileceğim. Heves heves!

**Bart Simpson ne yüce bir çocuktur yahu! Bir gün gelsin bir çayımı içsin. Kendisiyle tanışmayı çok isterim.

Annie Hall

http://www.moviewallpapers.net/images/wallpapers/1977/annie-hall/annie-hall-1-1024.jpg

Utanıyorum! 30 yılı aşkın bir şaheseri daha dün izlediğimden ötürü utanıyorum. Annie Hall, sağdan soldan iyi referanslarla duyulan ve hep "bi ara izlerim" ile geçiştirilen bir filmdi benim için, dün geceye kadar...

Dönem Filmi klişesinden hazzetmem, üstelik bir film çekildiği zamanı anlatıyorsa dönem filmi olmaz, lakin o filmi çekildikten 31 yıl sonra izliyorsanız işler değişir. Annie Hall'u bu açıdan dönem filmi olarak etiketlemekte sakınca yok. Film, bize bir aşk hikayesi sunuyor hatta sinema tarihinin en ünlü çiftlerinden birini yaratmış oluyor, ama bu filme sadece bir romantik komedi olarak bakmak büyük hata olur. Woody Allen,bize aşk dışında, 70'lerin politize, terapistlerini (pardon freudian analistlerini)Bergman ve Fellini'li yabancı filmlere merak salmış, aktivist New York entellektüellerini ve onlara olan garezini de sunuyor. İçinde bulunduğu dönemin ikonlarının bolca kulaklarını çınlatıyor(öz. Bob Dylan). Beverly Hills dünyasına bolca saydırıyor(Hollywood'da günümüzle 30 yıl öncesi arasında bir fark olmadığını görmek ilginç) ve o zaman oldukça popüler olan madde kullanımına da dokunduruyor. Filmdeki çifti basit bir aşk hikayesindense yukarıdaki çerçeve içinde değerlendirmek gerek.
http://g-ecx.images-amazon.com/images/G/01/dvd/Annie-Hall.jpg

Filmi, babannem gibi size başından sonuna kadar anlatma niyetim olmasa da bir iki kelam etmek isterim. Alvy, saflığından ve içtenliğinden etkilendiği, cehaletine rağmen aşık olduğu Annie'yi yukarıdaki bütün nefret ettiği şeylere çevirmeye çalışıyor. İçgüdüleriyle hareket eden fotoğrafçıyı estetik bir perspektif kazanmaya zorluyor. Güzel sesli ancak asla sahne duruşu olmayan özgüvensiz şarkıcıyı büyük kontratlar kovalayan diva olmaya itiyor. Cıvık bir edebi zevki olan taşralı kızı hediye kitaplarla, kurslarla ehlileştirmeye çalışıyor. Kısacası sevdiği Annie'yi, nefret ettiği entellektüeller durumuna getirmeye çalışıyor. Sonunda yarattığı yeni insan, eskiden ona büyük hayranlık besleyen, konuşurken heyecanlanan, "La-di-da" diyen Annie, artık ondan bile daha büyük biri olarak ve en nefret ettiği yere Los Angeles'a yerleşiyor ve "onlardan" biri haline geliyor.

Filmin en vurucu kısmı ise "interaktif" olması. Yani Woody Allen'in, sokaktaki figürasyonu filme dahil etmesi, Flashback'lere dahil olması, masal çizgi filmi adapte etmesi... Ve bunu yaparken eğreti hissi vermemesi.

Filmden alıntıyla bitirmek istiyorum da her replik potansiyel taşıdığından ne yazacağımı bilemiyorum. En iyisi en sondakini vermek:
"I thought of that old joke, y'know, the, this... this guy goes to a psychiatrist and says, "Doc, uh, my brother's crazy; he thinks he's a chicken." And, uh, the doctor says, "Well, why don't you turn him in?" The guy says, "I would, but I need the eggs." Well, I guess that's pretty much now how I feel about relationships; y'know, they're totally irrational, and crazy, and absurd, and... but, uh, I guess we keep goin' through it because, uh, most of us... need the eggs.
"


Not: Farkettiyseniz Hiç Diane Keaton Demedim.

7 Aralık 2008 Pazar

Once

http://www.filmtakip.com/filmres/or/once.jpg

Sadece 130.000 Euro harcayarak, içinde iki müzisyen, aşk, bazen komedi ve en önemlisi harika şarkılar barındıran bir film yapmak, bir sürü festivalden ödülleri toplamak ve bir de Oscar almak. Herhalde ansiklopedilerdeki "Başarı" sözcüğünün karşısına bir de bu eklenirse hiç de absürd durmaz.

Yazan ve yöneten John Carney. Elbette kendi hayatından bir sürü öğe taşımakta film, hatta filmdeki adamın, (Glen Hansard'ın oynadığı karakter "Guy", Marketa Irglova'nınki ise "Girl" olarak refere ediliyor) Lies'ı söylerken izlediği videoda kendi kız arkadaşının görüntülerini kullanmış. Ayrıca bu bağımsız yönetmenin, Glen Hansard'ın İrlanda'yı salladığı grubu, The Frames'in basçısı olduğunu da belirtmekte yarar var.

Film Van morrison'un "and the healing has begun" isimli şarkısıyla başlıyor, sonra iki öldürücü darbe geliyor: Say it to me now ve All the way down. Diğer iki ağır top, Falling slowly, (kendisi 2008 model bir Oscar'a sahiptir) ve When your mind's made up filmin ortalarında kendilerini gösteriyorlar. Bu paragraftan çıkarmanız gereken fikir ise bir an önce filmin soundtrack'ini edinmeniz.

http://www.cameronlawrence.com/images/posts/once-glen-hansard-marketa-irglova.jpg

Biraz da filmdeki ikiliye değinelim. Glen Hansard, İrlanda'nın sevilen figürlerinden biri. Grubu The Frames satış rekorları kırmış zamanında. 13 yaşından beri sokaklarda çalan, ilham kaynakları Leonard Cohen, Bob Dylan ve Van Morrison olan bu adama şans gülmüş ve ünlü bir gruba, kendisi gibi sokak yeteneklerini anlattığı bir televizyon programına ve çocukluk kahramanı Bob Dylan'ın alt grubu olarak turnelere çıkma şansına sahip olmuş. Hatta Bob Dylan'ın ricasıyla I'm not there filmi için "You ain't going nowhere"'i coverlamak da bu saydıklarıma dahil... Tabi şansla olmamış bunlar, Yazdığı sözler ve iyi kullandığı sesinden bahsetmezsek haksızlık yapmış oluruz. Zaten bu İrlanda'nın suyundan mıdır, nedir? Singer-Songwriter özütü var içinde galiba. İçen, gitarıyla içimizi yakmaya başlıyor...
Öte yandan Marketa Irglova, 1988 Çek Cumhuriyeti doğumlu, 8 yaşından beri piyano çalan ve tatil için Çek Cumhuriyeti'nde bulunan Glen Hansard ile tanışmasıyla adeta hayatı değişen bir kız. Önce The Frames'in The Cost albümünde çalışıyorlar, sonra beraber The Swell Season'u çıkarıyorlar ve en son Once filminde beraber görülüyorlar. Sonuç Damien Rice- Lisa Hannigan ayrılığından sonraki boşluğu dolduran-ki daha büyük potansiyele sahipler- mükemmel bir ikili ve çiçeği burnunda bir çift! Glen Hansard, bu konuda "Ona aşık oluyordum, ama bu gerçeği sürekli reddetmeye çalışıyordum çünkü hep 'daha o bir çocuk!' diye düşünüyordum" demiş. Onu da anlamak lazım arada 12 yaş var(Cem ne diyorsun?)

Filmin iki kritik noktası var. Müzik dükkanı ve Veda sahnesi. Müzik dükkanı, o ana kadar Kız'a bir baş belası olarak bakan Adam'ın, ona bakışının değiştiği yer. Değişmesin mi? Gitar çalıyorsunuz, kayıtlar yapıyorsunuz, hayaller kuruyorsunuz ve birden harika piyano çalan, güzel sesli ve sizinle çalmaya hevesli bir kız keşfediyorsunuz. Ne hissedeceğiniz o an Adam'ın bakışlarında güzelce açıklanmış zaten, anlatmaya gerek yok. Veda sahnesi ise ikisinin de birlikte olmak istedikleri kişilerle değil de birlikte olmaları gereken kişilere döndüklerini gördüğümüz yer. Göz yaşı dökmece, abartılı replikler yok. "We'd hanky panky if i come now" var(biliyorum okuyorsun)

Son olarak filmdeki favori karakterim kayıt stüdyosundaki Eamon'dur diyorum.

2005 Yazı

Zaman zaman içindeki şehirlere dair yazılar yazdığım meşhur 2005 yazının gezi planı. Hazırlarken yine kaçasım geldi. TUS'tan sonra vize alabilirsem New York, alamazsam Hırvatistan-Bosna. Az kaldı...

1- 14-07-2005 Çeşme-Sakız Adası(Feribotla)
2- 15-07-2005 Sakız Adası-Atina(Uçakla)
3- 16-07-2005 Atina-Roma(Uçakla) Roma'da 15 günlük dil kursu.
4- 01-08-2005 Roma-Bari(Trenle)
5- 02-08-2005 Bari-Iguimenitsa(Feribotla) ve Iguimenitsa-Ioannina(Otobüsle) Orada bir aylık dahiliye stajı
6- 31-08-2005 Ioannina- Selanik(Otobüsle)
7- 01-09-2005 Selanik-İstanbul(Trenle-Dostluk expresi)

hırsız var


Pek muhterem Hürriyet gazetesi, Issız Adam'la ilgili yazdığım yazıyı ve sonunda linkini verdiğim sözlükten plavalaguna'ya ait entry'i almış, kaynak göstermeden, İnternette Büyük tartışma Issız Adam'ın hangi sahnesi hangi filmden adlı bir haber yapmış.

En azından bir kaynak gösterselermiş daha iyi olurmuş, izin falan almalarını zaten beklemiyorum. Neyse en azından bir iki cümle değiştirmişler,refere ettiğim filmlerin Türkçe isimlerini de yazmışlar bir de beyazperde tutkunu falan demişler benim için, sağolsunlar.

2 Aralık 2008 Salı

Phase 4 olmanın dayanılmaz...


News feedimde gördüm hemen paylaşmak istedim. Video+tek bir cümle... Tam bir ¿ post'u oldu ama ne yapalım, lazım arada...

Edit: Bu arada bu video'nun geldiği yerde niceleri var ve en az bunun kadar güzeller.Annesi İsveçli, babası Türk olan Lev(ni) Yılmaz tarafından yazılmış çizilmiş ve seslendirilmişler

1 Aralık 2008 Pazartesi

Fever











Altay-Gaziantep B.Ş.B 30-11-2008

28 Kasım 2008 Cuma

Golden Retriever olabilmek

http://img1.blogcu.com/images/p/a/t/patiler450/1113563444golden_retriever_49.jpg

Geçen gün Yiğit'in evinin önünden geçerken, apartmanın köpeği Lady yine sahibinin gözünün içine bakıp yerlerde debeleniyordu. Oynayacak biri, yemek ve su... Hayat sana güzel be Lady!

Ben

http://www.marmaray.com/images/tech_bored_crosstracks.jpg
Sıkıldım. Hayatımın yarısının, literal anlamda yarısının kütüphanede geçmesinden sıkıldım. Belirsizlikten sıkıldım. Sabah 9-akşam 9 arasındaki 12 saatte o pembe çuhayla kaplı sandalyelerde otururken kaçırdığım şeylerden sıkıldım. Kütüphaneden çıkarken, "yarın yine aynı saatte" diye düşünmekten sıkıldım. Nisan ayında nerede olacağımı bilmemenin huzursuzluğundan sıkıldım. 25 yaşında, ÖSS çocuğu gibi, sınavdan bir gün sonrasını hayal etmekten sıkıldım, üstelik bu hayalin getirdiği, kötü senaryo ihtimallerinin yarattığı anksiyeteden sıkıldım. Çevremdeki insanların beni dahil etmeye çalıştığı planlara dahil olamamaktan sıkıldım. İnsanlara "gelemiyorum, lütfen beni anlayın" demekten sıkıldım. Arada dışarı çıkıp bu planlara dahil olunca, diğerlerine haksızlık ediyormuşum hissinden sıkıldım. Beni arkadaşlarım arasında seçim yapıyormuş pozisyonuna sokan sitemlerden sıkıldım. İstediklerimi yapamamaktan sıkıldım. Öğrenciliğin bitmesinden sıkıldım. "Aa doktor mu? Ne doktorusun?" sorusundan sıkıldım. Vakit kaybı olmasın diye günde iki defa yediğim yemekhane yemeğinden sıkıldım.

Eve geldiğinde uyumam gereken saatin yaklaşmasının getirdiği huzursuzluktan sıkıldım. Evde uyumak dışında sadece 4 saat geçirmekten sıkıldım. Bu 4 saatin çoğunu facebook "Home" ve Sözlük "Bugün" butonu arasında geçirmekten sıkıldım. Hayatımda birşeylerin eksik olmasından ve bir türlü neyin eksik olduğunu bulamamaktan sıkıldım. Ergenlerin güncem.com yazıları gibi bir post yazmaktan sıkıldım. Bu kadar çok sıkılmaktan sıkıldım...

26 Kasım 2008 Çarşamba

Yapma güzel kardeşim

http://img.sabah.com.tr/2008/10/09/gny/im/503C192B3908D447AFDADC6Cr.jpg

"Seyircisine adanmıştır." cümlesi, filme ilgili tek doğru şeydi. Gerçekten seyircisine yönelik bir film Issız Adam. Sinemaya, sansasyon yaratan bir film olduğunda giden, verdiği para ve vaktin karşılığını ya çok gülerek, ya hüngür hüngür ağlayarak ya da bir sürü efektle, ama illa ki somut bir atraksiyonla almak isteyen seyirciye yönelik; hayatlarında, kendilerine ait "adalar" oluşturma heveslisi, ya da bunu "başaran" plaza insanlarına yönelik bir film.

Şimdi, biraz da yönetmenin gözleriyle bakalım olaya. Düşünün, Çağan Irmak'sınız. Yapımlarınızla bir yer edinmişsiniz, büyük çabaya gerek yok. Formülünüz ise önceden test edilip hazırlanmış.

1- Mutlaka eskiye yönelik atıflarda bulunulacak. Plaklar, sağ-sol kavgaları, çizgi romanlar...
2- Bireysel yaşama yeni adapte edilen bizlerin hala bir kapanış sağlayamadığı ve yetiştirilme kültürümüz olan sağlam aile bağlarının terk edilmesine vicdani bir atıfta bulunulacak.
3- Ajitasyon şart. Mutlaka gözler yaşartılacak.

E elinizde bu formül var. Şimdiye kadar nelerden bahsettik? Baba ve oğul ilişkileri, Aldatılan bir Mustafa, 80 olayları... Hmm biraz da aşktan bahsetmek lazım, ama öyle bir yapmalı ki, riske girmemeli, üstteki formülü alıp buna uyan, kenarda köşede kalmış ve "seyircisi"'nin es geçtiği filmlerden parçalar almalı ki fazla çaba sarfetmeden "seyircisi"'ne filmi beğendirelim.

Film arasında muhabbeti geçti. Onur, "bu adam Tarantino'nun, Death proof'ta yaptığı gibi, sevdiği bütün filmlere gönderme mi yapıyor" dedi. Aslında böyle bir çabaya girişse daha özgün bir film olurmuş. Bu haliyle Klişeler Kolajından öteye gidemiyor. Will karakterine göz kırpan Alper'le About a Boy, Plaj sahnesiyle Le temps qui reste, Sevgilisinin yatağına uzanan Ada'yla los amantes del circulo polar... Hiç çaba sarfetmeden sıcağı sıcağına bu örnekleri vermek mümkün. Bir daha izlersem daha neler neler bulacağımı da biliyorum, çünkü öyle bir his yaratıyor ki film, izlerken hiç birşey yeni gelmiyor, hiç birşeye şaşıramıyorsunuz, çünkü hepsini daha evvel gördünüz!

" Bu kadar çok yiyerek, nasıl bu kadar zayıf(!) kalabiliyorsun" alıntısıyla, hiç karaktermiş konuymuş girmeden bitiriyorum.

Not: Bir de toka vardı değil mi? Ah tüfeğini sevdiğim Çehov, ne diye o lafı ettin ki...

Not 2:Yalnız değilmişim

25 Kasım 2008 Salı

Değişiklik.

Artık yazılarda, kişileri refere ederken başharfler yerine tam isimlerini kullanmaya karar verdim. Hem yazılarda geçen kahramanlar için sorun değilmiş, hem de ardarda gossip girl esprilerine maruz kalmak güzel değilmiş. Hatta sözlükvari bir post yayınlayıp, şimdiye kadar ismi geçenleri ifşa edecektim ama o kadar fevri olmaya gerek yok
XOXO

23 Kasım 2008 Pazar

Yanıyor mu Yeşil Köşk'ün lambaları?

http://img516.imageshack.us/img516/4002/bornovayargici101tj8.jpg

Yukarıda gördüğünüz güzel mekan, artık Ege Üniversitesi öğrencilerine servis vermeme kararı almış. Artık sadece öğretim üyelerine hizmet vereceklermiş. Aferin.

İlgili mekan hakkında bilgisi olmayan seyircilerimiz için, hemen ege.edu.tr'den alıntımızı yapıyoruz: "1882 yılında kurulan ve eskiden "Pandispanya Köşkü" adı ile anılan Yeşil Köşk, ilk onarımını 1986 yılında geçirmiş ve uzunca bir süre üniversitemize gelen üst düzeyde konuklara misafirhane olarak hizmet vermiştir.1993 ve 1995 yıllarında iki kez restore edilerek, çevre düzenlemesi yapılan Köşk, üniversite çalışanlarının dinlenebilecekleri ve hoşça vakit geçirebilecekleri bir akademik klüp haline dönüştürülmüştür.Yeşil Köşk nostaljik bir atmosferdeki her türlü konfora sahip binası ve özellikle yaz aylarında çim ve çiçeklerle düzenlenmiş bahçesiyle doğal bir görünüm arz etmekte ve binada aynı anda 100 kişiye hizmet verebilmektedir."

Kampüsün en ulaşılabilir yerinde, temiz ve kaliteli yemek servisi veriyor, üstelik piyasanın altında fiyatlar uyguluyorlar. Şaşırmamak lazım, bunun öğrencilere müstehak görülmemesine. Benden geçti artık, zaten sürekli gittiğimiz bir zaman dışında öyle müptelası da değildim eskiden de, ama yine de özel bir yerdi Yeşil Köşk. Kışın, ikinci katında, ne yazık ki sigara içilen kısmında(Arkadaşlar...) yemek-tatlı-kahve üçlüsü, yazın bahçesinde sıcak öğleden sonraları bira+patates kızartması... Güzeldi.

Önce, geçen yıl, bahçede sadece öğretim üyelerine özel bir bölüm oluşturdular, şimdi de öğrencilere tamamen kapattılar. Üniversite, hocalarla daha yakın olma, resmiyetin
azalıp, bilgi alışverişinin artması, Lisedeki ulaşılmaz öğretmenle ezik öğrenci ikilisinin aşılması, bunlar yalan şeylermiş. Devam edin, Bir sonraki adımınız kampüse öğrencileri sokmamak olsun. O zaman orada oluş sebebinizi unutan sizler tam rahat edersiniz

18 Kasım 2008 Salı

Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Football


Evet, endişelenmeyi bıraktım ve futbolu sevdim! Dünden sonra bugün bir daha yolum Alsancak Stadına düştü. Bu kez Karşıyaka-Diyarbakırspor maçını izlemeye gittik A. ve Ö. ile. Her yanıyla ilginç bir geceydi çünkü A. ile iki Diyarbakırlı olarak Karşıyaka kapalı tribünlerindeydik.

Maçtan önce Diyarbakır tribününde izlemek gibi planlarımız vardı ama kader ve Karşıyaka tribünlerinde olursak daha güvende oluruz(!) düşüncesiyle kendimizi kapalı tribünde bulduk. Çok da isabetli olmuş, zira bir aydır İzmir'e yağmayı reddeden yağmur geri dönüşü için bu geceyi seçtiğinden 2 saatlik bir duştan kurtulmuş olduk. Bunun yanında ödediğimiz bedel ise, Diyarbakır'ın 1-0 kazandığı maçta attığımız gole sevinememek, hatta adaptasyonu abartıp Karşıyaka'nın kaçırdığı penaltıya ve pozisyonlarına üzülüyor gibi yapmak ve Karşıyaka tezahüratlarına katılmak oldu. Bununla yaşayabilirdik. Gecenin bombası ise, benim ikinci yarıdaki Diyarbakır kontratağını gol sanıp üzülme numarası yapmam ve çevredekilerin bana anlamsız bakışları oldu.

Oradaydık ve korkuyorduk.

Her ne kadar rakip tribün de olsa, ben Karşıyaka seyircisini çok sevdim. Küfür yoktu, elbette bireysel tepkiler vardı, en önemlisi Diyarbakırspor'un her deplasman maçının birinci dakikasından itibaren başlayan bir klasik, "pkk dışarı" tezahüratı yoktu. Hatta maç öncesi Diyarbakırspor'u tribünlere çağırıp alkışladılar bile. Gerçekten sevindirici...

Karşıyaka güzel oynamadı, seyirci desteği muazzamdı ama dürüstçe söylemek gerekirse bu futbolla, bu sene de süper lige çıkmak hayal gibi görünüyor şimdilik. Bir de maçın başında yenilen golün etkisindeki tribünlerde "five stages of grief"i görmek mümkündü. Başta oldukça agresif tepki veren taraftar son dakikalarda "Adamlar haketti, bizim takımda ruh yok" yorumlarına döndüler.

Güzel bir akşam oldu, tek parça halinde eve dönmek, maç çıkışı uzun süredir özlenen nargileye kavuşmak... Bunlar güzel şeyler

16 Kasım 2008 Pazar

İki günlük doğumgünü



Evet bugün itibariyle 24 yaşını doldurmanın haklı gururunu yaşıyorum, gerçi neden gururlu olduğumu bilmiyorum, ama cümleye böyle başladım, değiştirmeden gururu yaşamaya devam edeyim...

Her yıl ben de herkes gibi tek günlük bir doğum günü yaşardım, hatta bazı yıllar kimi zaman ben, kimi zaman çevremdekiler unuttular doğumgünlerimi(acı bir çocukluk yaşadım ben:( ) o zamanlar o günü dahi yaşamadım. Bu yıl iki gün kutlandı doğum günüm yurt çapında, dış temsilciliklerde ve tabii ki facebook wall'ında. Bu kadar giriş yaptıktan sonra ve hatta oldukça cıvık bir üslubum olduğunun farkına vardıktan sonra devam edeyim ve neden iki gün olduğunu anlatayım.

Her şey dün sabah, hafızasıyla ilgili problemleri olan kadim dostum Y.'de bir yandan uyanmaya çalışırken, bir yandan da baş ve mide ağrısını Discovery Channel'deki dirty jobs'la tedavi etmeye çalışırken, Y.'nin odaya "iyi ki doğdun" nidaları ve elinde bir pastayla girmesiyle başladı. İki yıldır 4 kişilik çekirdek grubumuzda birbirimizin doğumgünlerini sürprizlerle kutlamaya alışmıştık, lakin doğum gününü bir gün önceden kutlamak gibi bir sürpriz sanırım kimsenin aklına gelmezdi:) Hafızasının ona oynadığı bu oyunu bozuntuya vermiyorum, teşekkür ediyorum ve Well played küçümey! diyorum. Çok da mutlu oldum. Böğürtlenli pastayla kahvaltı gibisi yokmuş ayrıca.

Dünkü atraksiyon tabii ki bitmeyecekti. Sözlük zirvelerinin işlevini hep sorgulardım, ama dün akşam anladım ki, zamanın yoksa ve sürekli görüşemediğin insanları görmek istiyorsan zirveler güzel şeylermiş. Yani böyle bir organizasyon olmasa bu zaman darlığında statler, x factor(y), spark, 24th fret, gregory rasputin ve butcher x'i bir arada görmek mümkün olmayacak. iyi oldu gitmek. Gittik de zirveyle yetinemedik, 24th fret karşim'in içindeki gençlik ateşinden dolayı...

Gecenin başından beri karaoke'ye gidelim diye tutturmuştu. Hani başta kimse de pek ciddiye almıyordu. Benim de saat 24 gibi eve gidip uyuma planlarım vardı ama her ne hikmetse bir şekilde kendimizi Sui's bar'da bulduk. İyi de yapmışız, iki üç yıldan beri eve sabah saat 4 buçuktan beri dönmemiştim. Pek bir eğlendik bağıra bağıra don't let me down söylerken. Yine de gecenin yıldızı özellikle creep(!) ile genç kızların gönlünü fetheden fret'tir bunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Neyse 24. yaşımı doldurup, 25'ime girdiğim yer de Sui's bardır tarihin sayfalarına böylece yazmış olduk. Doğumgünü kutlamaları bitmiyordu...

Sabah nihayet eve dönen annemleri havaalanından aldıktan sonra, sözlük ve okul arkadaşlarım ve onların arkadaşlarından oluşan hibrid bir grupla Altay-Samsunspor maçına gittik. Altay 2-1 yenildi, ortada futbol yoktu, ama ben çok keyif aldım stad atmosferinden. 6 yıl önce gittiğim Diyarbakırspor-Gençlerbirliği maçından sonra canlı izlediğim ikinci maç oldu. İzmir'e geldiğimden beri hep Altay'a karşı sempati beslerdim. Bu maç da, benim bu şehirde tuttuğum takımı Altay olarak tescillemiş oldu! Halihazırda bütün iç saha maçlarına giden bir grup olduğundan zamanım oldukça o gruba dahil olmaya karar verdim.


Maç sonrası bir kahve içmek üzere sözleştiğim rockstar fret, B. ve S. ile Kahve Diyarı'nda buluştuk. Orada da doğum günümün ikinci sürpriz pastasını yedim. Garsonların alkışları eşliğinde bir dilim Avusturya pastası üzerine yerleştirilmiş mumu söndürdüm. Bulgar kahin Babavanga'yı, Paul is dead geyiğini ve Kahve dünyası-Kahve diyarı dönüşümünün köklerine inen(ben kazandım!!) sohbet güzeldi. Kahve de işe yaradı ve bu iki günlük doğum günü serüvenini 50 sayfa pediatri'yle bitirmemi sağladı.

Bu cıvık yazıma ünlü bir düşünürün sözü olan "benim hayatım da bu kadar işte." sözleriyle son verirken, bütün arkadaşlarıma "iyi ki varsınız" diyorum.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Top 5: Across the Universe şarkıları

http://www.onethingiknow.net/wp-content/uploads/2007/10/poster-across-the-universe-thumb.jpg

Across the Universe, 2007 yapımı, The Beatles şarkılarından isimlerini alan karakterlerin seslendirdikleri The Beatles şarkılarıyla, bir dönemin Amerika'sına, Wietnam savaşına, 60'lardaki değişime değinen bir Julie Taymor filmi. Film arada görünen Bono ve Salma Hayek dışında ünlü barındırmıyor, iyi de yapıyor. Hatta Bono'yu da barındırmasaymış da olurmuş denebilir(evet, ben diyorum)

Bu film boş konuşup, erken karar verip, sonra söylediklerimi fazlasıyla geri almamı sağladı. E bir yazıyı da fazlasıyla hak ediyor. Filmi The Beatles'in müziğine hakim olmadan izlerseniz, doğal olarak "abartılıyor" diye düşünmeniz mümkün, dediğim gibi hakim olmanız gerekiyor, aşinalık yetmiyor. İşte ben de elimdeki aşinalıkla dalıp, beğenmeyip, sonra yoğun bir The Beatles terapisi geçirip aşık oldum bu filme. İlk izleyişte beğenmediyseniz, mutlaka ama mutlaka bir şans daha verin, pişman olmayacaksınız.

Gelelim şimdiki Top 5 listemize. Bu top 5 de, diğerleri gibi, sadece benim seçimim. Bunu bir daha belirteyim. Çünkü belki filmi izleyip, bu yazıyı okuyanların beklediği şarkılar olmayacak listenin içinde. Yasal uyarımızı da yaptık, e hadi başlayalım o zaman.

5- Hold me tight

Film'in açılış şarkısı bize esas oğlan Jude ile kızımız Lucy'i tanıtıyor. Daha ilk dakikalardan anlıyoruz ki bu ikilinin aşkı filmimizin asıl teması olacak. Bu şarkının bu listeye girebilmesinin tek sebebi Evan Rachel Wood'dur. Filmde yorumladığı bütün şarkılar arasında sesini en güzel belli eden, ona en çok uyan şarkı bu olmuş. Hatta orijinalinden daha çok sevdirmiştir neredeyse. Bu arada hazır ismi geçmişken, bu naif haline bakıp aldanan ve içi eriyen arkadaşlar varsa, onlara hayal kurmadan önce, söz konusu şahsın Marilyn Manson ile beraber olduğunu söylemek isterim. Evet, kırılgan prenses imajını yıktım, üzgünüm. Ama bunu bilmeniz gerekiyordu.

4- Revolution

Jude'un, aktivist arkadaşların bürosunu basıp, önce Lucy'e, sonra elebaşı Paco'ya verdiği vaazı çıkardığı kavgayı gösteren şarkı. Lucy'nin bir önceki sahnede söylediği "belki bombalar burada patlamaya başlarsa, o zaman insanlar sesimizi duymaya başlar" lafına "When you talk about destruction, Don't you know that you can count me out" ile, duvara boyanmış Mao resmine ise, "But if you go carrying pictures of chairman Mao, You ain't going to make it with anyone anyhow" ile verdiği cevap ve en sonunda oradan atılırkenki sinirli "alright!" nidaları ile filme mükemmel uyan bir şarkı olmuş
http://breakthruradio.files.wordpress.com/2007/09/across-the-universe-luther-fuchs.JPG
3- Oh Darling!

Sadie ve Jo-Jo'nun fırtınalı aşklarının, Sadie'nin Jo-Jo'yu barındıramayacak yükselişinin sahneye yansıması... Bir çiftin kavgası ancak bu kadar güzel gösterilebilir diyorum ve bu şarkıyı da üç numaraya koyuyorum.

P.S. Dana Fuchs, iyisin hoşsun da şarkı söylerken o dudaklarının aldığı hal, o yarım gülümseme... Neyse bir şey demiyorum.

2- All My loving

"And then while I'm away, i'll write home everyday". Tutamayacağın sözler vermemek lazım. Oysa ki, Amerika'ya giderken sevgilisinin gönlünü bu şarkıyla alan Jude, Liverpool'a döndüğünde bu sözün altında hiç ezilmişe benzemiyor. Aklı fikri hala Lucy'de... Hold me tight'ı listeye sokan Evan Rachel Wood'un yorumuysa bunu da listeye sokan Jim Sturgess'in yorumudur. Zaten sevdiğim bu parçanın iyi kotarıldığını, hatta çok güzel yorumlandığını görmek bu parçanın iki numaraya konmasına yetiyor.
http://media.movieweb.com/galleries/3773/2864/hi/05.jpg
1- All You Need is Love

Bu şarkıyı bir numaraya koymamak filme büyük haksızlık olurdu. Enstrümansız çıplak kalmayan başlangıcı, sonra grubun dahil olmasıyla güzel bir düet halini alması ve karşı çatıdaki gözü yaşlı Lucy ile daha iyi bir bitiş düşünülemezdi. Filmin zirve noktası ve ne yazık ki sonu olan bu parça da kişisel bir numaramdır!


Bir iki sonsöz söyleyip kapatalım. Prudence karakteri beni aşırı gerdi, I want to hold your hand başarısızdı. Bono ve I am walrus talihsiz bir ikili olmuşlar, credits kısmında geçen Lucy in the sky with diamonds'u bir yere sıkıştırsalardı keşke, kesinlikle daha başarılıydı. Benefit of Mr. K ile yaptıkları atraksiyon filmi uzatmaktan başka bir işe yaramamış. Strawberry fields forever ve Across the Universe de bu listeye girebilirlerdi, girmeliydiler; lakin ikisi de dahil edildikleri sembolizmin ve fazlasıyla politize edilmelerinin kurbanı oldular benim nazarımda. Elbette "Biz böyle sevdik" diyen olursa saygı duyarım ama Helter Skelter ile karıştırıp iki şarkıyı da söndürdüklerini inkar etmemek lazım. 6 ve 7 numaraya koyuyorum ikisini ve bu yazıyı bitiriyorum.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Güncellemeler 2



**"Evde tek başına" olmak eskiden olduğu kadar keyifli değil artık. 635720 saat kütüphanede durduktan sonra eve gelince insan konuşacak birilerini arıyor. Geçen yıl kedi vardı, konuşmasa da dinliyormuş gibi yapıyordu, arada gelip ayaklarıma saldırıyordu... Şimdi o da yok.

**Sakallarımın uzunluğunun motivasyonuma ters orantıyla etkidiğinin farkına vardım. Aynada boşvermiş bir insan yüzü görünce yapmam gerekenleri sallıyorum. Bugün traş oldum ve kendime geldim. Bundan sonra birkaç günde bir traş olmak lazım. Disiplin önemli.

**TUS için tekrar yapıyor olmak güzel, lakin ilk okumada sinir bozan dersler ikinci okumada şirinleşmiyormuş, bunu anladım. Aynı çirkinlikleriyle yaşam enerjimi çekmeye devam ediyorlar. İşte sanırım "kopma" tehlikesi en çok bu dersleri çalışırken oluyor. Tehlikenin farkındayım.

**Bugün, uzun bir aradan sonra tekrar gitar çalmaya heveslendim, fazlasıyla ilham geldi. Dün C. ile "Grup kuralım" temalı bir konuşma yaptık belki onun etkisindendir, ama sanırım evren benimle aynı fikirde değildi. Akustik gitarın teli, sonrasında elime aldığım elektro gitarın ise kablosu koptu. Elektro gitarın en unplugged haliyle, sinek vızıltısını andıran sesiyle Hey jude çalmaya çalıştım. Küstüm sonra
http://xguilty.files.wordpress.com/2007/06/coldplay_theportrait.jpg
**"So you don't know where you're going and you wanna talk
and you feel like you're going where you've been before
You tell anyone who'll listen but you feel ignored
Nothing's really making any sense at all
Let's talk..."
Buraya ergen gibi şarkı sözü yazmanın nasıl göründüğünün farkındayım ama, bu aralar X&Y albümünü yeniden keşfetmekle meşgulüm. Özellikle Talk'ı tekrar tekrar dinliyorum. Sıkılmam yakındır. Bu arada şuna cidden karar verdim, 15 nöbetlik bir bölüm bile kazansam kesinlikle piyano derslerine başlayacağım, ama merak ettiğim bir şey var. Acaba ders öncesi genre pazarlığı yapıp yapabiliyor muyuz? Hani "ben sadece rock 'n roll ve belki blues çalmak istiyorum. Hiç Klasik müzikle vakit kaybetmeyelim" desem, çok mu yüzeyel olurum? Gerçi hocanın da beni anlaması lazım. 7 yaşında ailesinin elinden tutup götürdüğü velet olmayacağım. çeyrek asrı geride bırakmış(böyle yazınca daha havalı oluyor) ve vakti olmayan bir insan olacağım. Bütün bu veriler ışığında böyle bir istekte bulunmak şımarıklık olur mu?

Wilbur bir kadın ve bir çocuk istiyor



Wilbur wants to kill himself, pek bir sevdiğimiz, "yeni başlayanlar için İtalyanca" filminin yönetmeni Lone scherfig'e ait, 2002 yapımı bir film. Danimarka çıkışlı filmleri, özellikle dogma karakterli olanlarını seviyorum. Sinemada farklı şeyler izlemek, ki bir de bir numaralı dogma filmi olan Festen gibi içi dolu ve farklı birşey izlemek iyi geliyor.

Bundan bir önce çektiği "Italiensk for begyndere" yani yeni başlayanlar için İtalyanca filmi bile bu türün katı savunucuları tarafından pek kabul görmüyorken, bu filmi 95 yılındaki dogma manifestasyonunun kuralları dahilinde bir film olarak düşünmek imkansız, ki sanırım yönetmen, Lone scherfig Hanımın da böyle bir iddiası yok. Bu arada filmde her Britanya filminde görmeye alıştığımız Shirley henderson oynuyor...

Filmi anlatan uzun bir yazı yazmıştım. Filmi anlatmanın çok saçma birşey olduğuna karar verip sildim. Pişman değilim. Bu film cidden beni dengesizleştiriyor. İlk izlediğimde sinemadan çıkarken, sağda saolda tekmeleyecek birşeyler aramıştım.

Hala sinirliyim Wilbur'a. En kolay yolu seçtiğinden dolayı sinirliyim. Sürekli intihar etme uğraşıyla kaçıp gitme çabasından; çevrede mutlu olabileceği ve ona yatağını, kucağını açmak için ikinci defa düşünmeyecek bir sürü kadın varken, mutlu olmak için, aşık olunacak en hastalıklı seçeneği seçtiği için sinirliyim. Kendisini adam etmekten başka hiç bir uğraşı olmayan ağabeyinin başına gelen felaketi, kendi yaşam sebebi haline getirmesinden dolayı sinirliyim.

Evet, belki Wilbur ölmeye çalışıyordu, ama kesinlikle ölmek istemiyordu. Yaptığı şey ağabeyini, çevresindeki herkesi buna inandırmak oldu. Kimbilir belki kafasında bu durumdan çıkaracağı kazanımlar vardı. Wilbur, ölmek değil, bir ev,bir kadın ve bir çocuk, yani aidiyet istiyordu. Bir iki quote verip bitirelim.

"Wilbur: You licked my ear. I'd have bought a dog if I wanted my ear licked. " Hastanenin bir köşesinde aşk yaptığı hemşireye

"Mary: Are you going to sleep in Wilbur's old bed" Wilbur'un ağabeyine hastaneden çıkarken

3 Kasım 2008 Pazartesi

Londra'da bir gün

Son yazıların giderek kişiselleşmesi, beni rahatsız etmeye başladığından artık bir süre biraz daha non-spesifik konulardan yazmaya karar verdim. Bu hususta ilk atacağım adım 25 Nisan 2006 gününü anlatmak olacak, yani Leicester'daki kongreye geçmeden önceki günü anlatmak...

Sabah 04.00'te uyandım, İstanbul'a vardığımda saat 8'i, Londra'ya ise vardığımda saat 11'i geçmişti. Yerel saat 9'u gösteriyordu yani 2 saat kazanmıştım:) Heathrow'u terk ettikten sonra Londra'ya literal anlamda ayak bastığım yer St. Pancras tren istasyonunun önüydü. Tek başımaydım, sırtımda devasa sırtçantam, yanımda sadece Dost Kitapevinin çıkardığı londra cartoville'im(bu seri gerçekten çok yararlı ve pratik) ve otel adresi vardı. Otele gitmeden önce internetten ertesi gün için aldığım Londra-Leicester tren biletini bastırmam gerekiyordu. 2005 yazı dışında yurtdışı gezilerinde hep sağlamcı oldum. Gideceğim şehirdeki hostel-otel rezervasyonlarını hep önceden internetten hallettim ve eğer mümkünse gideceğim ülkedeki gezilerimin tren-otobüs biletlerini de önceden aldım. Bunun ciddi anlamda yararını gördüğümü söylemeliyim,hem maddi hem manevi yararını... Kimileri bunu sıkıcı bulur, asıl güzelliğin yaşanacak belirsizlikte, macera'da olduğunu savunurlar ama ben şahsen kilolarca yükle bilmediğim sokaklarda gezip otel aramakta, internetten rahat ve birkaç kat ucuza alabileceğim bir tren biletini bulamama sıkıntısını çekmekte güzellik göremiyorum. Nitekim bu gezimde de önceden internetten tren bileti almanın yararını görmüştüm. Gidiş dönüş için 16 pound verdiğim bilete, eğer o an istasyondan alsaydım sadece gidiş için 35 pound vereceğimi öğrenmek beni mutlu etti. Bilet bastırma işi bittikten sonra Circle hattıyla Otelin yakınlarında bulunduğu, Bayswater istasyonuna doğru giden metroya bindim.

Oteli yıllardır biliyormuşcasına kolayca buldum, saat 10'a geliyordu. London House adlı bu vasatın altındaki otel Kensington'da, Notting Hill'e oldukça yakındı. Giriş işlemlerini yapıp, yükümü atıp hemen sokağa fırladım. Biraz civarda dolaşıp alışveriş yaptım, Her şehirden aldığım ve üzerinde şehrin ismi-ufak bir resmi olan tabaklardan ve eşe dosta küçük hatıralar aldım, gözüme çarpan bir alışveriş merkezine dalıp H&M ile hasret giderdim. Artık bir günlük şehir turuna hazırdım. Amaç gün ışığında bütün fotoğraf çekilecek yerleri gezip hava kararınca Notting hill'e geri dönmekti. Vakit az olduğundan Thames nehri civarından çok içlere girmemeyi tercih ettim.

District hattının beni getirdiği Tower Hill istasyonunda inip ilk durağıma vardım. Tower of London. Hem saray hem kale hem de hapishane olarak kullanılmış bu devasa yapıdan pek hoşlanmadım. Dışından şöyle bir iki fotoğraf çektim, çevresini gezindim. Girmeye yeltenmedim bile, kısıtlı vaktimin yarısını çalabilecek potansiyele sahipti. En baştan beri gözüme kestirdiğim Tower Bridge'e yöneldim.
Image:Tower bridge London Twilight - November 2006.jpg
Yukarıdan Londra manzarası muazzamdı, eski klasik yapıların yanındaki, yeni cam ve çelik binalar çok sırıtmıyordu. Hava bulutluydu ama yağacağa benzemiyordu, o gün yağmadı da. Fotoğraf hevesim bitince içeride oluşturulmuş ufak sinema salonuna geçip köprünün yapım hikayesini izledim. Daha fazla oyalanmadan aşağı inip, köprünün karşı tarafına yöneldim. Saat 2'ye geliyordu.

Nehir kenarından ilerliyordum, üşüdüm, sonra sadece benim üşüdüğüme karar verdim, insanlar yazlıklarla ve askılılarla dolaşıyorlardı. Londra için sıcak bir gün olmalıydı, ceketimin yakalarını kaldırarak devam ettim, elimdeki şemsiye fazlalık yapmaya başlamıştı.
Image:Southwark Cathedral, 24th floor.jpg
Önüme ilk Southwark Katedrali geldi, Bin yıldan fazla bir süredir varlığını sürdürmüş, bu esnada sayısız kez yeniden inşa edilmişti. Dışında bir tur atıp fotoğraflamaya çalıştım, kadraja girmedi, sinirlenip içeri girdim. Tahta sıralardan birine oturdum ve cam işçiliğini takdir ettim. İçeride katedrallere özgü o derin sessizlik ve serinlik vardı. Bu kombinasyon, her zaman olduğu gibi beni yine ürpertti. Tekrar dışarı çıktım, taş avluda biraz gezindikten sonra katedrali geride bırakıp devam ettim.

London Bridge oldukça sıradandı, ilki 2000 yılı aşkın bir süre önce yapılan köprü aynen katedral gibi bir çok defa yeniden inşa edilmişti, hatta öyle ki 18. yy sonundaki versiyonu Arizona,ABD'ye satılmış. Evet, adamlar bildiğiniz köprüyü satmışlar ve daha ilginci alan petrol zengini adamın niyeti koskoca Tower Bridge imiş... Sözün özü, asıl olayın London Bridge fikri olduğuna kanaat getirip yoluma devam ettim.

Vinopolis'ten geçerken dar sokaklar ve ufak tuğla kemerler beni hemen praktica'ma yöneltti. O ışık azlığında berbat olacağına bile bile birkaç kare çektim. Arka sokakların birinde ufak bir bistro buldum ve öğle yemeğini her turistin yapacağı gibi fish and chips yiyerek geçiştirdim. Saat 4'e yaklaşıyordu ve Tate Modern 6'da kapanacaktı.

Tate Modern, eski bir elektrik santralinden bozulup yapılan bir modern sanat müzesi. Hep sevmişimdir modern sanat müzelerini, diğer müzeler sıkıcı gelir belli bir aşamadan sonra. Ama modern sanat müzelerinde başından sonuna kadar sizi şaşırtacak, küçük bir çocuk edasıyla hayrete düşürecek şeyler bulmak mümkündür. Ondan dolayı büyük bir iştahla gezerim hep, bitmesin isterim. Tate Modern kesinlikle benim gördüklerim arasında en iyisiydi. Eğlenceli bir saat geçirdim.Ayrıca, fotoğraf çekmek isteyenler millenium bridge ve St. Paul'u aynı karede alabilsinler diye müzenin nehre bakan ve millenium bridge hizasındaki camlarına ufak pencerecikler yerleştirmişler. Bu kadar uğraşı kırmak olmayacağından bir iki kare de ben çektim.
http://www.myenglandtravel.com/images/london/londres_st_pauls_cathedral.jpe
Millenium Bridge'i geçip St. Paul Katedraline vardığımda, kilisenin restore edildiğini görmek şaşırtmadı beni, gittiğim her şehirdeki büyük yapılar restore ediliyor olurdu. Gazeteci çocuktan bir tabloid alıp devam ettim. Cannon street boyunca ilerleyip, Büyük Londra yangını anısına yapılmış 62m yüksekliğindeki Monument'e vardım. 1677'de yapımı tamamlanan bu yapının o tarihte dünyadaki en büyük yapı olduğunu söylüyordu cartoville ve 300 yıldan fazladır ayaktaydı...

Hava nerdeyse kararacaktı. Son durağım Parlemento binası ve Big Ben'e hava kararmadan önce varıp klasik turist resimleri çekmek istiyordum. Bu yüzden metro istasyonuna giderken adımlarımı sıklaştırdım. Mesai bitmiş olacaktı ki yoldaki Publar ağzına kadar doluydu, hatta insanlar biralarını ayakta, pubların önünde içip boş bardakları kapının önüne bırakıyorlardı. Metro'ya binmek iyi gelecekti, zira ayaklarım alarm vemeye başlamıştı bile. Metroda aldığım gazeteye biraz göz gezdirdim. Önceki gün Arsenal'in Şampiyonlar Ligi yarı finali ikinci ayağında Villareal'i zorlanarak yendiğini öğrendim. Bir gün evvel Londra'da olsam Highbury'e gidip maçı izler miydim diye düşündüm, niyet etsem bilet bulunur muydu? Merak ettim... Bu arada JENSational başlığıyla, iyi bir maç çıkaran Jens Lehmann'a gönderme yapan gazete bana Yendik MiLAN başlığı ve star gazetesini hatırlattı.


Gün ışığını kaybetmeden Big Ben'e kavuşmuş ve fotoğrafları çekmiştim. Big Ben'in önünden geçen Double decker otobüs resmimle herhangi bir "İngiltere'de dil kursu" broşürünü süsleyebilirdim! Hatta SLR makinemle çekilen, içinde benim olduğum ve düzgün becerilmiş, yüzümün bulanık çıkmadığı nadir resimlerden birine sahip oldum.

Böylece günün sonuna gelmiştim ve ölmek üzereydim. üç saatlik uykuyla, içi kum doluymuş hissi veren gözlerimle gün boyunca durmadan dolaşmıştım. Metroyla kensington'a dönüp gördüğüm ilk fastfood dükkanına dalıp karnımı doyurdum, yapılacak iki şey kalmıştı: Ufak bir pubda bir iki bardak Guiness ve hemen sonra otele gidip uyumak. Hyde park ve Portobello Road'da kahvaltı ertesi güne Leicester yolculuğu öncesi birkaç saate, Londranın kalan turist aktiviteleri Leicester'dan döndükten sonraya kalmıştı...

29 Ekim 2008 Çarşamba

İstanbul

http://img2.blogcu.com/images/b/u/n/bunyaminakkaya/istanbul.jpg

Kendimi, bir 10 yıl sonrasını düşünerek, Türkiye'nin herhangi bir şehrinde çalışıyor ve yaşıyor olarak tasavvur edebiliyorum. Biri hariç, İstanbul.
Çok gezmedim İstanbul'u, ziyaretlerim genellikle transit yurtdışı geçişlerinde geçirilecek saatler, kongre çerçevesinde bir kaç gün veya arkadaş ziyaretine bir hafta gibi maksatlarla oldu. Kafalardaki "tanımıyorsun, bilmiyorsun nasıl böyle kesin bir fikir edinebiliyorsun" sorusunu duyabiliyorum. Evet, tanımıyorum yeterince ama yine de sevemiyorum. Kendimi güvende ve rahat hissetmiyorum İstanbul'da olduğum anlarda, ve hatta İstanbul'u düşündüğüm zamanlarda...

İstanbul konusunu neden açtım peki? Malum, önümüz TUS. 6-7 ay sonraki tercih zamanında şapkamızı önümüze alıp düşünme vaktimiz gelecek. İstanbul'u masadan kaldırmak demek, herhangi bir uzmanlık şansına girme şansını en az 3 kat arttıracak bir seçenekler ordusunu geri tepmek demek aslında. Şimdi buradaki soru: Acaba herşeyin çılgınlaşacağı tercih zamanında ben böyle derin bir rejeksiyonu sürdürecek miyim? Hayır, bu soru doğru durmadı. doğru soru şu olmalı: Acaba herşeyin çılgınlaşacağı tercih zamanında ben böyle derin bir rejeksiyonu sürdürdüğüm için, ileride pişman olacak mıyım?

Ey okuyucu, sen de anlıyorsun ki, yazar burada vicdan muhakemesine giriş yapmaya çalışıyor? Ama göremediğin şey şudur ki; yazarın bu yazıyla ilgili gizli bir gündemi var. O gizli gündemle ilgili satır arasında söyleyecekleri için top çeviriyor olabilir bu ana kadar. Ya da yazarın canı sıkıldı kafana anlamsız kuşkular salarak, dikkatinin dağılmamasını istiyor...

Konuya dönecek olursak, cidden bazen düşünüyorum, İstanbul'u yazsam orada uzmanlığa başlasam nasıl olur diye. Hemen içim sıkılıyor. Birilerinin beni sürekli rahatsız edeceği dolandıracağı, gasp edeceği, paramın geçinmeye yetmeyeceği senaryolar kafamda dönüyor, ayrı bir yer gibi geliyor orası, En son izlediğim Üç Maymun'un da teyid ettiği, hatta diğer yüzlerce sinema filminin gözümüze soktuğu kötülükland gibi geliyor. Tüm kötülüğün, acının, sefaletin, fakirliğin, şiddetin vücut bulduğu şehir... Tolkien için Mordor neyse, Neo-con'lar için bir zamanlar Moskova, şimdi Tahran neyse, Beyaz ve güzel İzmir'li için Kadifekale neyse benim için de o oluyor İstanbul. Bu şehirde yaşamayı istemem için cidden geçerli bir sebebim olmalı, vaatler çekilecek sefaletten daha üstün olmalı, yıllardır peşinde koşulan imkansız hayalin, Rüya'nın gerçekleşme umudu olmalı. Aksi takdirde İstanbul tercih zamanı masada olmayacaktır.

Şimdi tekrar soruyorum, okuyucu; Bütün bu açığa çıkan düşünceler ve önyargılar ışığında, böyle derin bir rejeksiyonu sürdürmek ileride muhtemel bir pişmanlığa sebep olur mu?

28 Ekim 2008 Salı

Eve dönüş

http://astuasbalas.com/wp-content/uploads/2007/10/home-sweet-home-photo.gif

Blogger yasağı kalktığından dolayı, Hiç ısınamadığım Wordpress'ten, eve geri döndük! Umarım temelli bir dönüş olur...
Seni seviyoruz Blogger

Çılgın perşembe

Öncelikle bunun malum blogger yasağından dolayı geç kalmış bir yazı olduğunu belirtmeliyim.

Avea’nın bedava mesaj olayı başladığından beri arkadaşlarıma anlamsız mesajlar atarım. Onlar da bana. Bir nevi lisedeki çaldırma olayının şimdiye yansıması gibi… Genellikle öğle yemeklerine yakın tek kelimelik anlamsız, genel anlamı “öğlen beraber yiyor muyuz?” olan mesajlar…

Geride bıraktığımız perşembe günü de öğle yemeğine yakın Y.‘e “Kralsın” diye bir mesaj gönderdim. Dediğim gibi tamamen anlamsız mesajlar. Hemen birkaç dakika sonra beni aradı. “Yemeğe şuraya gidelim” gibi birşey söyleyecek sanıyordum, ki plan da buydu sabah, N. kızımız ile Karşıyaka’daki bir ilköğretime sağlık eğitimine gidecekler, öğlen dönüşte yemekte buluşacaktık. İşte bu plan için arıyor sandım. Yanılmışım. Kaza yapmış, kasko, tutanak vs. konusunda yordam sormak için arıyormuş. Hızlıca tarif edip evden çıktım.

Yolda “şimdi bir kaza da ben yaparsam tam iş olacak” diye düşünürken bir tehlike yaşadım. 10 dakika kadar onların kaza yaptığı, hastane giriş kapısındaydım. Y. Arkadan bir arabaya vurduğunu söylemişti telefonda, ufak bir hasar bekliyordum ama yanlarına gidince iki beklemediğim şeyle karşılaştım.

1- Çarpmanın şiddeti tahminimden fazlaymış, arabanın ön tarafı dağılmıştı

2- Zeka küpü doktor arkadaşlarım, emniyet kemerlerini takmamışlar. İkisi de kafalarını çarpmışlar çarpışma esnasında.

Y. tutanak işleriyle uğraşırken, daha panik olan N. ile arkadaki acile uğradık. Yeni bir acil asistanı vardı, tanımıyorduk. Çok üstüne düşmedi, BT falan çektirme niyetiyle gitmiştik, ilk 6 saatlik kritik evrede bilinç kontolü ve ani bir bulantı ihtimalinde acile dönüş tavsiyeleriyle çıktık, ki zaten ortada ciddi bir durum yoktu. Döndüğümüzde Y ve aynı arabadaki diğer kazazede O işlerini bitirmişlerdi. Araba gidecek durumda olduğundan çekiciyle falan uğraşmayalım dedik. Alsancak’taki Gönen servisine kadar o önde, ben de kendi arabamla N ile arkada gittik.

Serviste klasik, içinde “değişecek” ve “birkaçbin YTL” geçen teşhisler dinledik. Y, evrak işleriyle uğraşırken, N’ye, TUS sınavı yerleştirilmelerinin açıklandığı telefonu geldi. Herşey belli olacaktı. Servistekilere rica ettik bize internetli bir bilgisayar buldular…

N, önce bir trafik kazasına karışmıştı, üstüne beyin travması tehlikesi taşıyordu, son nokta ise bir oto servisinde TUS sınavını kazanamadığını öğrenmek oldu. Bu, nisanda bir daha girmesi gerektiği anlamına geliyordu, yine stres, yine sınav… Nisan sınavı için kader ortağım olacaktı.

Bunların hepsi geçtikten sonra, adam gibi bir yemek niyetiyle Manavkuyu’daki, çok ikramlı büyük lokantalardan birine oturduk. Mide bulantısı, bu iki travma şüpheli insanda panik nedeni olacaktı, lakin öyle bir yemek yedik ki, bulantı yaşamamak mümkün değildi. Böyle bulantılı, şüpheli bir kaç saatten sonra arkadaşlarımın beyin kanaması geçirmeyeceği kesinleşti, yine de ilk 24 saat tehlike devam edebileceğinden onları yalnız bırakmadım ve bu garip günü değişik ev aktiviteleri yaparak bitirdik…

27 Ekim 2008 Pazartesi

Word Press

Ne yazık ki Blogumu Wordpress'e taşıyorum. Güle güle Blogger:( Bir gün tekrar geleceğim...

adresimiz de budur:

http://octoberswimmer.wordpress.com/

25 Ekim 2008 Cumartesi

EngelleME

http://rankthese.com/images/censored.jpg
Blogger ve dolayısıyla blogumuz da sansürlenen internet siteleri arasında yerini aldı. Yapacak ve söyleyecek hiç bir şey yok, ne yazık ki... Ulusal internete doğru adım adım gidiyoruz.
Viva Adnan Hoca ve onun avukatları!
Viva ona bu çılgın sansür spree şansını veren yasa hazırlayıcıları!

16 Ekim 2008 Perşembe

Güncellemeler



*** Coldplay'in Parachutes albümünün içine karışmış parachute adlı şarkının sahibi, Guster diye bir grup keşfettim, keyifle dinliyorum.

***My name is Earl'vari bir rahatlama yaşadım. Zamanında çok pişman olduğum saçma davranışlardan birini, bir şekilde telafi etmiş olabilirim. İyi hissettiriyor.

***İki yıldan sonra ilk defa Kemeraltı'na gittim. Hala eskisi kadar nefret ediyorum. Kızlarağası hanında kahve içtim, tek güzel yanı bu oldu.

***Ne zaman istediğim bir şey olsa, elbise olsun, aksesuar olsun... Bulamıyorum, olmuyor. Bir hafta evvel çanta almaya çıkmıştım, bugün yine denedim. Olmadı. Çok seçici davranıyorum sanırım. Aynısını küpe alırken de yaşamıştım. Alkol komasına girecek kadar içip, mezuniyet balosunda kaybettiğim-kendimi kaybetmediğime şükür- küpemin aynısını bulma obsesyonundan dolayı küpe alamadım. Düz, halka bir küpeydi. Duygusal bağ kurdum diyeceğim ama öyle birşey de yok. İlla aynısı olsun diye tutturdum. Bu arada küpem, seni çok seviyoruz, ne olur evine dön:(

***Yeniden adam gibi çalışabilmeye başladım. Cidden mutlu etti beni, ama 6 ay daha devam ettirmem gerekiyor...

***Gelişmelerle tekrar karşınızda olacağız.


Not: Leylaksarabi uyardı. İki sene olmamış. Yakın bir zamanda gitmişim, hatta beraber gitmişiz, bir de üstüne kola dökmüşüm. Öyle olsun bakalım

13 Ekim 2008 Pazartesi

Debriyaj'dan nefret ediyorum


Arabamın debriyaj teli yine koptu! 3 Ayda iki oldu bu! Üstelik geçen sefer koptuğunda tamircinin resmen beni "kucaklaması"'nın etkileri hala tazeyken... Verilmiş sadakam varmış ki, trafikte olmadı bu olay, yoksa büyük rezillik olacaktı. Hastanenin otoparkından çıkarken oldu ve arabayı düzgünce bir yere elle parkettim. Evet,elle. Alsancak cami'nin arkasındaki taksicilerden görmüştüm, bir elle direksiyonu düzeltiyorlar bir elle itiyorlar. Gerçekten oluyormuş!
Az buçuk biliyorum artık teli takmayı, yarın sabah 3. sanayi'den alıp takmayı da düşünüyorum, lakin beceremezsem bu sefer yine şanslı olamayabilir, kalabalık trafiğin ortasında kalabilirim. Bu yüzden sanırım yarın hastane'ye çekici çağıracağım. Off ya hiç yoktan uğraş şimdi...

Not: 7-8 ay sonra arabamı değiştiriyorum ve asla üzerinde debriyaj olan bir araba almayacağım

Doktor ve hasta yakını olmak

Cuma günü babam ameliyat oldu. Ses tellerinde, papül dediğimiz, nödülün biraz daha büyüğünden bir yer kaplayan oluşum vardı. Öğretmenlerin neredeyse hepsinde vardır. Ufak bir operasyonla alındı. Cidden ufak bir operasyon oldu. saat 10.10 gibi alındı,10.35'te çıktı. Bunun 15 dakikasının anestezi prosedürlerine gittiğini düşünürsek, 10 dakikada alıvermişler(ege ağzıyla söyleyelim:)). Bu tür ameliyatlarda ses tellerine ağızdan yaklaşılır, uzun aletlerle ve mikroskopla müdahale edilir, yani ameliyat denince akla gelen, klasik kesme-dikme işlemleri olmaz.

Tabi yukarıda yazdıklarımdan benim bu ameliyatın ne kadar rahat olduğunu bildiğim ve bundan ötürü bir o kadar da rahat olduğum izlenimine kapılabilirsiniz. Evet, teorik olarak herşeyini biliyorum. Hatta İspanya'da yaptığım KBB stajında bir kaç tanesine girip her seferinde "aaa ne kadar da basitmiş" şaşkınlığını da yaşamışlığım var. Ama iş aileye, babaya gelince herşey değişiyor, sevgili okuyucu.

Babamın yıllardır sesi kısıktı, onunla özdeşleşmiş bir özellik bu. Geçen kış bir aralar aklıma takıldı bu ses kısıklığı, sonra ya o araların yoğunluğundan gözümden kaçtı ya da kaçmasını istedim. Hani inkar edersem o ses kısıklığı kaybolur diye düşündüm. İşe de yaradı açıkçası ki, ağustos ayına kadar pek aklıma takılmadı bu durum. Sonra ağustos geldi, ben burada seçmeli stajım olarak KBB stajını seçtim. Haftada bir gün hasta bakmaya başladık. İşte o zaman hayatımı ufak çaplı bir cehenneme çeviren haftalar başladı.

Ses kısıklığıyla başvuran, 50 yaş üstü ve sigara kullanım öyküsü olan 5 erkek hastadan 4'ünde kanser çıkıyordu. Gerçek bütün çıplaklığıyla karşımdaydı ve acıtıyordu. "Babam kanser olabilir" diye düşünüyordum. Bunun düşüncesi bile beni yere yıkıyordu nerdeyse, her seferinde. Ağustos ayıydı, zaten duygularımı çok konuşan bir insan değildim, lakin çevremde konuşabileceğim kimse de yoktu. Kızlar, N. ve N. Eylüldeki TUS'a hazırlanıyorlardı, rahatsız etmek istemedim. Y. ve C. şehir dışındalardı. Dünyanın en panik iki insanı annem ve ablamla da bir ihtimal üzerine konuşamazdım, onları müthiş bir paniğer sürüklerdim. Babamı korkutmadan hastaneye getirmenin yollarını aradığım üç hafta, böyle içime atarak, en kötü senaryoları kurarak geçti.

Üstelik yoğun bir şekilde de çalışmam gerekiyordu. Çalıştıkça ve tıbbın içinde kaldıkça babam aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Hergün aklıma en kötü ihtimal olan, babamın gerçekten de kanser olduğu ve gırtlağının tamamen çıkarıldığı ve hayatı boyunca bir daha sesinin çıkmayacağını bilerek,boğazındaki küçük bir delikten nefes aldığı senaryosu geliyordu. Düşündükçe içim kararıyordu... İşte bu zamanlarda doktor olmak berbattı. Bütün ihtimalleri bilmek, açılacak bütün kapıların arkasındakileri zaten görmüş olmak. Düşünsenize babanızın olabileceği bütün örnekler hergün hastanede gözünüzün önünde.
http://www.masent.in/procedures/images/MBTNGR1.jpg
Neyse daha fazla uzatamayayım. Sonunda ağustos ortasında babamı bir şekilde ikna ettim ve hastaneye götürdüm. Önceden bütün ayarlamaları yaptığımdan direkt bizi Dr. M'nin beklediği polikliniğe gittik. M. endoskopla bakarken nefesimi tuttum. Aşağıda kamera sistemi olmadığından ses tellerini ben göremiyordum. Ufak bir parantez açalım hemen: ses telleri kanserlerinde gözle muayene çok büyük ölçüde tanıyı verir, ama yine de kesin sonuç alınacak parçanın patolojik değerlendirmesi sonucunda olur. 30 saniye bile sürmeden teşhisi söylemesine rağmen bana dakikalar geçmiş gibi geldi. Teşhis polip'ti, çok büyük ihtimal iyi huyluydu, ama dediğim gibi kesin sonuç ameliyat sonrası belli olacaktı. Ertesi gün hocaların da katıldığı konseyde ameliyat kararı verildi. KBB konseyinde ilk ve tek hastamı sundum, o da babamdı.

Dediğim gibi geçen cuma ameliyat oldu babam. Parçayı patoloji'ye götürdüm,20 Ekim'de sonucun çıkacağını söylemişlerdi. Ama ilgili hocayla konuşursam daha erkene alabileceğimi biliyordum.Bu sabah, istemeye istemeye A. hocayla konuşmaya gittim. Hocadan birşey rica etmenin sıkıntısı değildi isteksizliğim, A hocanın mükemmel bir insan olduğunu duymuştum(ki öyle de çıktı). İçten içe sonucu öğrenmek istemiyordum, kötü birşey çıkmasından korkuyordum, yine kaçmaya çalışıyordum aklımca... Hoca, kibarlıkla öğleden sonra gelmemi, beraber bakacağımızı söyledi.

"Öğleden sonra" olana kadar bir yıl daha yaşlandım sanırım. Birşeyler okudum, tek kullanımlık sohbetler yaptım, normalde iki haftaya atacağım işlerimi hallettim ve sonunda "öğleden sonra" oldu ve hocanın yanına gittim. A. Hoca, preparatı bulup mikroskopa koydu ve yan taraftaki vizördenbenim de bakmamı istedi. Bütün kesitleri gezdik, doku gayet düzenli görünüyordu ve hoca espriler yapıyordu. Bu iyiye işaretti. Bir iki dakika baktıktan sonra, nihayet babamın kanser olmadığı haberini verdi bana. Üzerimden bir yük kalkacağını biliyordum ama bu kadar dramatik bir mood değişikliği beklemiyordum. Anlamsızca gülümseyerek ve bir sürü teşekkür ederek çıktım. Bir kaç telefon konuşmasıyla diğer endişelileri rahatlattım. Kendimi aylardan sonra özgür hissettim.

Bunu da böyle atlattım ama biliyorum ki değişmeliyim. Bu kadar anksiyöz olmamalıyım, en azından birileriyle konuşmalıyım. Babam 59, annem 47 yaşında. Yaşlanıyorlar, hastalıkları olacak, belki hayatlarını sona erdirecek kadar ciddi hastalıkları olacak. Buna kendimi hazırlamam gerekiyor. Tamam, "işin içinde olmak" herşeyi değiştiriyor, ama en ufak ihtimallerde bile nerdeyse dağılacak hale gelmek gerçekten yıpratıcı. Bu durumla bir şekilde başedebilmenin yolunu bulmalıyım, bu meslekten herkes nasıl yapıyorsa ben de öyle yapmalıyım. Çünkü bu şekilde devam edebilmek gerçekten zor olacak...

10 Ekim 2008 Cuma

Romantik Komedilerdeki Hassas İngiliz Erkeği Stereotipi

http://z.about.com/d/movies/1/0/X/m/N/theholidayposter.jpg

Her yıl Noel zamanı, birer birer noel filmleri çıkar Hollywood'dan. Noel'de geçmelidir, Aşk olmalıdır ama erotizm değil, ailenin önemine değinmelidir ve noel geleneğini övmelidir. The Holiday ise 2006 yılının mahsulü olarak çıkmıştı. Diğer noel filmlerinden öyle ayrılan pek bir yanı yok,içinde Chanukah'ın geçmesini saymazsak eğer.

Chanukah nedir? diye soranlara ufak bir açıklamasını yapalım. Chanukah ya da hannuka,en kaba tabirle musevilerin noeli diye tanımlayacağımız bir dini bayram. Işık bayramı olarak da adlandırılan hannuka,milattan önce 2. yy'da makkabi kavminin ayaklanmasını kutlar. -Diye tanımımızı yaptıktan sonra konuyu filme toparlayalım. Filmde bir kaç yaşlı film yapımcısının hannuka'yı kutlamak için bir araya geldikleri bir geceyi aktarıyorlar. Oldukça mutlu geçirilen geceden, konuklar da memnun kalıyor ve bu hoş mizansen bitiyor. Hollywood'un hatta Amerikan şov dünyasında musevilerin oldukça söz sahibi ve bir o kadar da başarılı oldukları gerçeğinden yola çıkarak bir nevi bu gururu paylaşıyorlar. Buraya kadar herşey normal, ama ortalama bir anglo-sakson Amerikan film seyircisinin en büyük zevklerinden biri olan Noel filmine Hannuka'yı sokmak gerçekten cesur bir hareket olmuş.

Filme geri dönecek olursak, Başroller Cameron Diaz ve Jude Law'a verilmiş olmasına rağmen, filmi kurtaranlar kesinlikle Kate Winslet ve Jack Black olmuş. Özellikle Jack Black gerçekten çok iyi(bu adam için böyle şeyler düşüneceğimi tahmin bile edemezdim. ) İzlerken sıkmayan bir film yapmışlar. 4 Hikaye olması işlerini kolaylaştırmış, yine de cıvık cıvık romantik komedilerden ayrılan bir film olmuş. Ayrıca İngiltere'yi şirin evleri, hassas ve yakışıklı erkekleri ve iyi kalpli-aksanlı teyzelerden ibaret gösteren klasik Amerikan mantığının yine işlediğini görmek mümkün.

Yazıyı bitirmeden ,yine, ilgimi çeken şeyleri madde madde yazacağım.

1- Hollywood hassas İngiliz erkeği tiplemesini çok seviyor. Genellikle bu rolleri büyük bir zevkle, kadrolu romantik-komedi oyuncusu Hugh Grant ve mavi gömleğine verirlerdi, ama sanırım Grant, artık bu üçlünün arasında yaşlı duracağından Jude Law bu görevi üstlenmiş. De o fırlama bakışlara ağlak hassas erkek rolü gitmemiş.

2- Kate Winslet Little Children'da da olduğu gibi yine zayıf, sevgiye aç patates abla rolünde. Onu hiçbir zaman çekici ve vamp kadın olarak görmedim, kimse görmedi. Ama giderek bu, her sırrına ortak olan ama sana içten içe aşık olan patates abla rolüne alışmış.

3- Filmdeki, "endüstri'nin içine girme" fikri zekice! Fragman ve film müzikleri gerçekten ilgi çekici olmuş, en azından benim ilgimi çekti. Özellikle Amanda'nın banyoda ve yatağında sıkılırken, "Fragman Abi"'nin sesiyle yaşadıklarını yorumlaması gerçekten iyiydi.





9 Ekim 2008 Perşembe

Yüzyıllık Yalnızlık

http://www.topnews.in/health/files/loneliness1.jpg
Yalnızlık kronikleşebiliyor. Adeta bir kısır döngü gibi, yalnız kaldığımız süre uzadıkça daha seçici oluyoruz, daha seçici olunca daha da yalnız kalıyoruz. Seçicilik bazen abartılabiliyor, aslında tamamen özkorumacı bir refleks olarak sığınıyoruz aklımızdaki kriterlere. Hepsine kusur bulmalıyız ki, bu -hiç bir sorumluluğun, fedakarlığın ve çabanın gerekmediği- yalnızlık ülkesi, işgal edilmesin. Yeter ki bahane arayın, mesela ben abartmadan, bir insanla beraber olmamak için ezbere 10 sebep sayabilirim.

Bu çok sevdiğiniz yalnızlıkland'de geçirdiğiniz zaman boyunca türlü sorumluluklardan kaçıp rahat bir hayat sürdüğünüzü sanıyor olabilirsiniz. Belki gerçekten öyle ama ne yazık ki uzayan yalnızlık periyodu sizi küntleştiriyor. Evet, küntleşiyoruz, donuklaşıyoruz. Aşk mevzusundaki melekelerimizi yitiriyoruz ve ne yazık ki romantik ilişkiler, 10 yıl yapmayınca da kaybolmayan bisiklet sürme yetisine benzemiyor. En basitinden birisine yaklaşmayı, ne konuşulacağını unutuyor insan. Nasıl yapılacağını unutuyor...

Bu yalnızlık süresi içinde hayatımıza elbette giren insanlar oluyor. Kimisinin hikayesi eskiden devam ettiği için eleme kriterlerinden muaf oluyor, kimisi ise o kadar tek kullanımlık oluyor ki kriterleri uygulamaya bile gerek olmuyor. Böyle zamanlarda da yalnızlıkland etkisini gösteriyor ve yaşadığınız her şeyi garipleştiriyor. Dokunduğunuz ten, paylaşılan aşkın bir parçası olmaktan çıkıyor, onun yerine sadece bir doku parçası oluyor. Adeta muayene eden bir doktor edasıyla dokunuruken pürüzsüz mü, yumuşak mı, sıcak mı diye kavramaya çalışıyorsunuz. Öptüğünüz dudaklar sizi heyecanlandıracağına, kuru mu, tuzlu mu, yumuşak mı diye merak ettiriyor. Aynı ritüeli onlarca kez gerçekleştirmiş olmanıza rağmen her hareketiniz, yanına bir soru işareti iliştirilmiş şekilde geliyor. Yani aşk yapmak bisiklet sürmeye benzemiyor.

Döngüyü kırmak, kapıyı aralamak, şans vermek lazım.

7 Ekim 2008 Salı

Crossroad Blues

http://www.markmallett.com/blog/wp-images/crossroad.jpg

Haftaya cuma hepsi çözülüyor. Kafamı bir kaç aydır kurcalayan babamın ufak sağlık problemi, işin içinde olmak,ufak bir evham kırıntısını küçük çaplı bir krize çevirebiliyor, Nihayet 6 yıllık tıp eğitiminin sona ermesi(Düzeltiyorum 6 yıl+1 ay) gerçekten işime yarayacak bir kaç haftalık yalnızlık periyodunun başlaması... Hepsi çözülecek. Umarım güzel bir gün olur.

2 Ekim 2008 Perşembe

Kişisel şeyler

Normalde izlediğim formatın dışına çıkıyorum yine ve "ortaya karışık" ayarında birşeyler yazacağım.
Fona son günlerdeki favori disposible şarkım olan The Script'ten The man who can't be moved'u alalım ve İlk konumuzla başlayalım: İnternette görülen birinden etkilenme ve olası sonuçları.
http://www.genestho.ca/genestho/images/20070315093644_stranger_fog.jpg
Herhangi bir platformda olabilir,ama kesinlikle fotoğraflarının da olacağı bir platform şart. Mantıklı sebepler vermeyeceğim fotoğraf olayı için,ama bu yabancıdan etkilenmek için onu "görmek" lazım diyebilirim,ama tek başına yeterli değil. Dediğim gibi herhangi bir platform olabilir,deviantart,bloglar hatta kokuşmuş arkadaşlık siteleri dahi olabilir. Bloglar ve deviantart daha etkileyici sanki,çünkü bu siteler,olası stalk edeceğiniz insanın ortaya birşeyler çıkarabildiğini,üretken bir birey olduğunu ve bir şekilde derinliği olduğunu gösterir. -The Scripts sıktı,Bob Dylan'a geçiyorum. Disposible olduğunu söylemiştim- Blogları okursunuz,yüklediği resimlere falan bakarsınız. Özellikle kendisi hakkında çok şeyler anlatıyorsa onu bir şekilde tanıdığınız ilüzyonuna dahi kapılabilirsiniz,halbuki unuttuğunuz nokta şudur ki,kişiler internette başkalarının onları tanımasını istediği şekilde olurlar. Yeterince takip ettikten sonra önünüzde iki yol belirir. Ya bir şekilde ona ulaşıp,tanışma yolları ararsınız,ya da vazgeçersiniz. İkinci yol daha kolaydır,bir o kadar da huzurludur. En azından hayalkırıklığı geçirmezdir. Çünkü emin olun,takip ettiğiniz o insanla gerçekte tanıştığınız zaman elbette hayal kırıklığına uğrayacaksınız,kimse sizin kafanızda çizdiğiniz portreye uymaz. İlk yol zordur,acı dolu olabilir djasjdkl(Abarttım) yani işler her zaman istediğiniz gibi gitmeyebilir,ama bir şekilde elinizde bir sonuç olur ve bu konuyu kapanırsınız.(closure deniyordu buna). Bazen bu insanları yolda görürsünüz,bazen gazi kadınlar sokağında bira içerken önünüzden geçerler,yan masaya otururlar,bazen de tanıştırılırsınız ve size kendisi hakkında bildiğiniz şeyleri anlatırken ilk defa duymuş gibi dinlersiniz. Gariptir...

İkinci konumuz Battlestar galactica
http://www.22dakika.org/imaj/azizk/battlestar-galactica.jpg
Bu dizi bir kaç yıldır cnbc-e'de. İlk cümlem sanki size bilmediğiniz birşey söylüyor gibi farkındayım,biliyorsunuz. Ben de biliyordum. Ama neden bu kadar ilgisizmişim,neden bu kadar antipatik geliyordu bu dizi bana anlamıyorum. Üç gündür beni esir aldı. Beni izlemekten alıkoyan tek şey,S02e12'yi Y.'den almamış olmam. Sanırım sırf bu yüzden tutulmuş boynumla arabaya atlayıp Y.'ye gideceğim. Tutulmuş boyna üçüncü konuda değineceğim.
Evet,dizi çok derinliğe sahip değil,klişelerle dolu ama beni iki şey çekti. Birincisi mükemmel Cast ve Kurgu. Elbette,sadece tanrıçamız Number Six-Tricia Helfer'e dayanıp söylemiyorum. Gerçekten karakterler mükemmel seçilmiş,ayrıca kurgu ve senaryo'da iyi kotarılmış. Dizide asla tekdüzeliğe izin vermiyorlar,güzel. İkincisi(aslında üç oldu) Retro hava,diziden tam anlamıyla 70'ler fırlıyor. giyilen takım elbiseler,telefonlar... Ve bunu gözümüzün içine sokmuyorlar. Güzel bir yapım. Şimdiye kadar benim gibi gözlerinizi kapattıysanız,onları açma vakti geldi. "Man created Cylons..."

Üçüncü konumuz ise Boyun Tutulması
http://healthandfitness101.com/wp-content/uploads/2007/12/whiplash_intro01.jpg
Sabah bir anda oldu,bilgisayar başında otururken birden gerindim(sabahları çok seviyorum gerinmeyi) ve boynuma dayanılmaz bir ağrı girdi. Şu an başımı sağa ve arkaya eğemiyorum,berbat bir durum. Bu durum beni bir az daha derin düşünmeye zorladı. Bir boyun tutulmasından aydınlanma yaşamak çok şık değil,ama bize tıp fakültesinde neden böyle şeyleri önemle anlatmıyorlar diye merak ettim. Yani hiç görülmeyen bir sendromu adımız gibi bilirken,kıymık batması,boyun tutulması gibi şeyleri neden pratik şekilde öğretmiyorlar ki? Ben nisan'da mecburi hizmete başlayınca insanlar bana "Potter sendromum var ne yapayım?" diye gelmeyecekler ki,bana ayaklarına batan deniz kestanesinin dikenini çıkartmak için,tutulan bellerine çare bulmam için gelecekler. Şimdi bu argüman oldukça yüzeyel,farkındayım. Hatta herhangi bir akademisyenin bunları okuyunca yüzündeki küçümseyici gülümsemeyi dahi görebiliyorum,ama ne yazık ki bunları mesleğin içinde ampirik bir şekilde öğrenmek zorunda kalıyoruz. Neyse Boyun tutulmasına dönecek olursak,oradaki kasların spazmından fazla birşey değil aslında. Kas gevşeticiler,sıcak kompres yardımcı olabiliyor. Ama yardımcı olmayan şey ise bayramda bütün eczanelerin kapalı olması... Hiç yardımcı olmayan şey ise yarın nöbetimin olduğu gerçeği:( Neyse umarım düzelirim...

Böyle işte üç konumuza da değindik,aslında üç farklı post olarak yayınlamak daha mantıklı olabilirdi,ama bir şekilde başladık. Böyle olsun..