31 Aralık 2008 Çarşamba
Pişman mı?
Pişmanlıklarımı siliyorum aklımdan... Bir süredir eskiden kötü giden herşey için sistematik bir şekilde kendimi suçlamışım, ama anlıyorum ki, hayat tek başına yaşanmıyor. İyi veya kötü giden herşeyi ben kontrol eden bir tek ben değilim. "İkinci" faktörünü hep görmezden gelmişim şimdiye kadar...
Özetleyecek olursak, önceki yazılarımda bahsettiğim pişmanlıklarım, itinayla rezil ettiğimi iddia ettiğim ilişkiler üzerine düşününce, aslında bütün yumrukları benim yemem gerekmediğini görüyorum. Ortada kötü bir sonuç varsa tek suçlu ben değildim. Nedense son zamanlarda ben bu basit çıkarımı yapamadan hep kendime yüklendim. Ortadaki muhtemel kötü sonucun, hatta benim elimle olan kötü sonucun, karşı tarafın-ikinci faktörünün- yeterince iyi olmadığı, yeterince çabalamadığı hatta en basitinden "doğru kişi" olmadığı ihtimaline bağlı olabileceği gerçeğini yoksaydım. Gereğinden fazla büyütmemek lazımmış geçmişi
Ya ecnebilerin "self-righteous" dedikleri kişi oluyorum, ya da halihazırda benim mutlu eden bir şeye sahip olduğumdan ve bu mutluluğun en az yarısı karşımdaki insana bağlı olduğundan böyle bir "catharsis" yaşıyorum. Bilmiyorum. İlişkilerin iki kişiyle yaşandığını ve ortadaki iyi veya kötü sonuçtan o iki kişinin de sorumlu olduğunu biliyorum.
24 Aralık 2008 Çarşamba
Yalancı Kar
İzmir'de yedinci yılıma girdim. Her yıl, aşağı yukarı aralık ayının ortalarında Bornova'yı kuzeyden çevreleyen dağlardaki kar, sert rüzgarlarla Bornova'ya düşer. Her yıl da mütemadiyen kar heyecanına sahip İzmir yerlileriyle birlikte, ben de heyecanlanırım, sağı solu ararım "Kar yağıyor, gördün mü?" diye. Hadi onları anlıyorum, nadir yağıyor İzmir'e kar, yağınca da birşeye benzemiyor.
Bana gelecek olursak, aynı coşkuyu ben neden yaşıyorum her yıl? İşte onu anlamıyorum. Diyarbakır'da doğup büyümüş, 18 yaşına kadar yaşamış biri olarak, her kış fazlasıyla kar görmüşlüğüm var. Üstelik artık çok da hazzetmemekteyim kardan. Daha önceki yazılarımın birinde de belirttiğim gibi, şu an Nisan TUS'una hazırlanmamın yegane sebebi 3 kış önceki kar yağışıdır. Belki de İtalyanların "A roma fa come i romani" sözüne uyup ben de İzmir'deysem İzmir'liler gibi yaşıyorumdur
Öte yandan son günlerde düşünmeden edemiyorum. O 3 yıl önce kar yağmasa, beni devamsızlıktan bırakmasalar, okulum bir buçuk ay uzamasa, Eylül TUS'una girsem... Bütün denklem değişiyor ve an itibariyle sahip olduğum mutluluk ve huzura sahip olamıyorum. Çok sorgulamamak lazım evreni, herşey olması gerektiği için oluyor...
20 Aralık 2008 Cumartesi
Yağmurlu Cumartesi
Herşey benim dün, asansörde üstümde kaşe ceketimle pişerken, "Bu ne biçim aralık be, pişiyoruz resmen" diye bağırmamla başladı. 3 saat içinde hava 22 dereceden 11 dereceye indi, gökyüzünde bulut olarak hayatlarını idame ettiren ne kadar su buharı varsa, yeryüzüne inmeye karar verdiler. Bu sırada deneme sınavından çıkıp evine gitmekte olan benim üzerime uğramayı ihmal etmediler. Uzun lafın kısası, dün akşam iliklerime kadar ıslandım. İklimin şakası olmuyormuş...
O zorunluydu da, yağmuru günahı kadar sevmeyen ben, daha brutal bir şekilde yağan yağmurda dışarı çıktım. İki kiloluk botlarımla yürüdüm. Bu paragrafa böyle girince ardından bir dolu yakınma gelecek sanacaksınız, lakin gayet de bilerek ve isteyerek çıktım dışarı, Alsancak'a. İyi ki de çıkmışım. Güzel günler bunlar...
Yukarıda ise, I've just seen a face var.
18 Aralık 2008 Perşembe
Gözlük
Evet, artık October Swimmer şekilde gördüğünüz gözlüğü takıyor. Tusun bana verdiği başka bir hediye de +1,00 Hipermetrop ve 2,00 Astigmatlı bir sağ göz oldu. Hayırlı olsun.
Not: Gözlüğe giden yolda katkısı büyük olan arkadaşa, eğer bu yeni halimden hoşlanmazsam, kendisini de gözlük takmaya zorlayacağımı söylemek isterim:)
16 Aralık 2008 Salı
Top 5: Çocukluğumun En Vurucu Türk Filmleri
Yanlış anlaşılmasın, şikayet etmiyorum, zira şimdinin öğleden sonra programlarındaki saçmalıklar, izdivaçlardansa ben yine de 80 öncesi, şanslıysam 70 öncesi Yeşilçam'a razıyım. Hatta öperim de başıma koyarım.
Belki bu yüzden çocukluğumuzu bitirdiğimiz anda önümüze çıkan grunge akımını çok sevdik biz, belki gizli bir ajanda hazırladı bizi bu filmlerle melankoliyi vücutlarımıza usul usul zerk ederek. O gizli ajanda her ne yapıyorsa şimdiki kuşağı da bahsettiğim saçma programlarla bir şeye hazırlıyor. Ortaya nasıl birşey çıkacağını bilmek bile istemiyorum.
Sözü daha fazla uzatmadan listemize geçmek istiyorum.
5- Şakayla Karışık(1965)
4- Aşk Hikayesi(1971)
3- Bir Şoförün Gizli defteri(1958)
2- Canım Kardeşim(1973)
Tarık Akan, Halit Akçatepe, Metin Akpınar, Kemal Sunal ve Adile Naşit'i buluşturan filmlerden bir başkası... Ertem Eğilmez, hepimizi kahretmek, boğazımızda düğümler yaratmak amacı güdüyor. Üzüyor bizi hem de çok üzüyor. Kanser olan, bunu öğrenip arkadaşlarına bilye miras bırakan küçük Kahraman'a üzülüyoruz. Ertem Eğilmez hüzün veriyor, lakin ajite etmiyor. Kollarını iki yana açıp "Gitme diyeydim deee" diyen bir babaya rastlamıyoruz mesela filmde. Televizyon hasretiyle yanıp tutuşan küçük, ölen çocuk, kavuştuğunda o kdar mutlu oluyor ki hatta o kadar mutlu ölüyor ki, ölen çocğun yüzündeki o gülümseme, sinema başındaki cefakar izleyiciye teselli ikramiyesi oluyor
1- Yavrum(1970)
Geldik listenin şampiyonuna. Orhan Aksoy'un yönettiği, Ayşecik(Zeynep Değirmencioğlu), Semra Sar, Metin Serezli, Suzan Avcı ve Münir Özkul'un oynadığı bu filmde, Emine'nin, kocasının askere gitmesinden sonra yanında çalıştığı kötü kalpli insanlar tarafından oyuna getirilmesi, çocuğunun elinden alınması ve yıllar sonra çocuğuyla tekrar kavuşmasını izliyoruz. Filmin konusu yeterli olsa dahi, Bu filmi listenin şampiyonu yapan tek bir unsur vardır: "Kara taş". Çocuğunu kaybeden Emine'nin bebeği yerine, kara bir taşı bağrına bastığı sahne, izlediğim filmler arasında gördüğüm, en maksatlı sahnedir. Buradan yönetmene seslenmek istiyorum. "Ayıptır, 9 yaşında bir çocuğa yapılmaz bu kardeşim!!"
Evet, listemiz budur. Siz de, yorumlarınızla kendi can alıcı filmlerinizi paylaşınız efendim.
14 Aralık 2008 Pazar
Güncellemeler 3
**Hayatımdaki insanları merkezdeki bana göre tabakalara ayırıyorum. Ne kadar acı görünse de en içteki tabakadaki insanlar en değer verdiklerim ve benim için en önemlileri en sondakiler ise genellikle "Merhaba, Naber?" insanları oluyor. Bunun neden mi yazdım? Yıllardır bir sebepten ötürü dış tabakalarda duran birini, sırf bir şekilde hergün görüşmek zorunda kalıyorum diye iç tabakalara alma hatasına bir daha düşmemek için.
**Her gün arabada, gidiş dönüş toplam 20 dakika maruz kaldığım radyo, müzik zevkimi değiştiriyor. Garip şarkılardan zevk alıyorum. Sorun değil, lakin beynimden çıkmıyor, loop'a giriyor bazıları. Mesela "Womanizer". Düşünsenize kafanızın içinde Britney Spears, sürekli, "womanizer ooh womanizer" diyor. Bir de arada kendimi kaybedip yolda mırıldanıyorum, tam felaket. Mesela Beyoncé Knowles'ın aynı isim kulvarındaki kardeşi, Solange Knowles'in sandcastle disco şarkısı geçen hafta sürekli dilimdeydi. "Baby-bbb-Baby don't blow me away" diye geziyorum sağda solda. Allah düşmanıma vermesin!
**¿ sağolsun, yeni bir blog keşfettim. "Flying Dutchman". 7 kişilik bir grup, çoğunlukla futbol hakkında yazıyorlar. Tarafsız, değişik bakış açısı sunan bir yaklaşımları, samimi bir üslupları var. bu da facebook gruplarının adresi. ¿(Deniz) demişken, Ona ve diğerlerine karşı mahçubum. Umarım affederler beni.
**Yeni Coldplay gözdem "Warning sign".
**Barcelona'yı sevmem. Hatta hazır bu konuya girmişken sevmediğim takımları yazayım. İngiltere'den: Manchester United. İspanya'dan Barça, Almanya'dan Bayern München, İtalya'dan Milano'nun takımları, Fransa'dan Lyon ve en son Hollanda'dan PSV.
Barcelona'yı sevmememe rağmen dünkü derbide kazansınlar istedim. Bunu Fenerbahçe'ye yenilen bir Galatasaray'lı olarak mı, yoksa futbolu takdir eden bir izleyici olarak mı istedim bilmiyorum. Bir de yeni öğrendiğimiz "el clasico" tabiri çabuk yordu sanki, ha? Ne dersiniz?
**Sony Acid 7.0 çıkmış. Aslında Sony acid 5.0 kullanan biri olarak, "Sony, acid 5.0 ile bu işe nokta koymamış üstüne 6.0 ve 7.0'ı çıkarmış" demem lazım ama neyse. Güzel yanı bu versiyon, VST ve midi klavye desteği de veriyor. Yani FL studio'yu nefret ederek seçme sebebim olan gitarın audio girişiyle, Midi klavyenin usb girişini entegre etmek için artık sevdiğim Acid'i kullanabileceğim. Heves heves!
**Bart Simpson ne yüce bir çocuktur yahu! Bir gün gelsin bir çayımı içsin. Kendisiyle tanışmayı çok isterim.
Annie Hall
Utanıyorum! 30 yılı aşkın bir şaheseri daha dün izlediğimden ötürü utanıyorum. Annie Hall, sağdan soldan iyi referanslarla duyulan ve hep "bi ara izlerim" ile geçiştirilen bir filmdi benim için, dün geceye kadar...
Dönem Filmi klişesinden hazzetmem, üstelik bir film çekildiği zamanı anlatıyorsa dönem filmi olmaz, lakin o filmi çekildikten 31 yıl sonra izliyorsanız işler değişir. Annie Hall'u bu açıdan dönem filmi olarak etiketlemekte sakınca yok. Film, bize bir aşk hikayesi sunuyor hatta sinema tarihinin en ünlü çiftlerinden birini yaratmış oluyor, ama bu filme sadece bir romantik komedi olarak bakmak büyük hata olur. Woody Allen,bize aşk dışında, 70'lerin politize, terapistlerini (pardon freudian analistlerini)Bergman ve Fellini'li yabancı filmlere merak salmış, aktivist New York entellektüellerini ve onlara olan garezini de sunuyor. İçinde bulunduğu dönemin ikonlarının bolca kulaklarını çınlatıyor(öz. Bob Dylan). Beverly Hills dünyasına bolca saydırıyor(Hollywood'da günümüzle 30 yıl öncesi arasında bir fark olmadığını görmek ilginç) ve o zaman oldukça popüler olan madde kullanımına da dokunduruyor. Filmdeki çifti basit bir aşk hikayesindense yukarıdaki çerçeve içinde değerlendirmek gerek.
Filmi, babannem gibi size başından sonuna kadar anlatma niyetim olmasa da bir iki kelam etmek isterim. Alvy, saflığından ve içtenliğinden etkilendiği, cehaletine rağmen aşık olduğu Annie'yi yukarıdaki bütün nefret ettiği şeylere çevirmeye çalışıyor. İçgüdüleriyle hareket eden fotoğrafçıyı estetik bir perspektif kazanmaya zorluyor. Güzel sesli ancak asla sahne duruşu olmayan özgüvensiz şarkıcıyı büyük kontratlar kovalayan diva olmaya itiyor. Cıvık bir edebi zevki olan taşralı kızı hediye kitaplarla, kurslarla ehlileştirmeye çalışıyor. Kısacası sevdiği Annie'yi, nefret ettiği entellektüeller durumuna getirmeye çalışıyor. Sonunda yarattığı yeni insan, eskiden ona büyük hayranlık besleyen, konuşurken heyecanlanan, "La-di-da" diyen Annie, artık ondan bile daha büyük biri olarak ve en nefret ettiği yere Los Angeles'a yerleşiyor ve "onlardan" biri haline geliyor.
Filmin en vurucu kısmı ise "interaktif" olması. Yani Woody Allen'in, sokaktaki figürasyonu filme dahil etmesi, Flashback'lere dahil olması, masal çizgi filmi adapte etmesi... Ve bunu yaparken eğreti hissi vermemesi.
Filmden alıntıyla bitirmek istiyorum da her replik potansiyel taşıdığından ne yazacağımı bilemiyorum. En iyisi en sondakini vermek:
"I thought of that old joke, y'know, the, this... this guy goes to a psychiatrist and says, "Doc, uh, my brother's crazy; he thinks he's a chicken." And, uh, the doctor says, "Well, why don't you turn him in?" The guy says, "I would, but I need the eggs." Well, I guess that's pretty much now how I feel about relationships; y'know, they're totally irrational, and crazy, and absurd, and... but, uh, I guess we keep goin' through it because, uh, most of us... need the eggs. "
Not: Farkettiyseniz Hiç Diane Keaton Demedim.
7 Aralık 2008 Pazar
Once
Yazan ve yöneten John Carney. Elbette kendi hayatından bir sürü öğe taşımakta film, hatta filmdeki adamın, (Glen Hansard'ın oynadığı karakter "Guy", Marketa Irglova'nınki ise "Girl" olarak refere ediliyor) Lies'ı söylerken izlediği videoda kendi kız arkadaşının görüntülerini kullanmış. Ayrıca bu bağımsız yönetmenin, Glen Hansard'ın İrlanda'yı salladığı grubu, The Frames'in basçısı olduğunu da belirtmekte yarar var.
Biraz da filmdeki ikiliye değinelim. Glen Hansard, İrlanda'nın sevilen figürlerinden biri. Grubu The Frames satış rekorları kırmış zamanında. 13 yaşından beri sokaklarda çalan, ilham kaynakları Leonard Cohen, Bob Dylan ve Van Morrison olan bu adama şans gülmüş ve ünlü bir gruba, kendisi gibi sokak yeteneklerini anlattığı bir televizyon programına ve çocukluk kahramanı Bob Dylan'ın alt grubu olarak turnelere çıkma şansına sahip olmuş. Hatta Bob Dylan'ın ricasıyla I'm not there filmi için "You ain't going nowhere"'i coverlamak da bu saydıklarıma dahil... Tabi şansla olmamış bunlar, Yazdığı sözler ve iyi kullandığı sesinden bahsetmezsek haksızlık yapmış oluruz. Zaten bu İrlanda'nın suyundan mıdır, nedir? Singer-Songwriter özütü var içinde galiba. İçen, gitarıyla içimizi yakmaya başlıyor...
Öte yandan Marketa Irglova, 1988 Çek Cumhuriyeti doğumlu, 8 yaşından beri piyano çalan ve tatil için Çek Cumhuriyeti'nde bulunan Glen Hansard ile tanışmasıyla adeta hayatı değişen bir kız. Önce The Frames'in The Cost albümünde çalışıyorlar, sonra beraber The Swell Season'u çıkarıyorlar ve en son Once filminde beraber görülüyorlar. Sonuç Damien Rice- Lisa Hannigan ayrılığından sonraki boşluğu dolduran-ki daha büyük potansiyele sahipler- mükemmel bir ikili ve çiçeği burnunda bir çift! Glen Hansard, bu konuda "Ona aşık oluyordum, ama bu gerçeği sürekli reddetmeye çalışıyordum çünkü hep 'daha o bir çocuk!' diye düşünüyordum" demiş. Onu da anlamak lazım arada 12 yaş var(Cem ne diyorsun?)
Filmin iki kritik noktası var. Müzik dükkanı ve Veda sahnesi. Müzik dükkanı, o ana kadar Kız'a bir baş belası olarak bakan Adam'ın, ona bakışının değiştiği yer. Değişmesin mi? Gitar çalıyorsunuz, kayıtlar yapıyorsunuz, hayaller kuruyorsunuz ve birden harika piyano çalan, güzel sesli ve sizinle çalmaya hevesli bir kız keşfediyorsunuz. Ne hissedeceğiniz o an Adam'ın bakışlarında güzelce açıklanmış zaten, anlatmaya gerek yok. Veda sahnesi ise ikisinin de birlikte olmak istedikleri kişilerle değil de birlikte olmaları gereken kişilere döndüklerini gördüğümüz yer. Göz yaşı dökmece, abartılı replikler yok. "We'd hanky panky if i come now" var(biliyorum okuyorsun)
Son olarak filmdeki favori karakterim kayıt stüdyosundaki Eamon'dur diyorum.
2005 Yazı
1- 14-07-2005 Çeşme-Sakız Adası(Feribotla)
2- 15-07-2005 Sakız Adası-Atina(Uçakla)
3- 16-07-2005 Atina-Roma(Uçakla) Roma'da 15 günlük dil kursu.
4- 01-08-2005 Roma-Bari(Trenle)
5- 02-08-2005 Bari-Iguimenitsa(Feribotla) ve Iguimenitsa-Ioannina(Otobüsle) Orada bir aylık dahiliye stajı
6- 31-08-2005 Ioannina- Selanik(Otobüsle)
7- 01-09-2005 Selanik-İstanbul(Trenle-Dostluk expresi)
hırsız var
Pek muhterem Hürriyet gazetesi, Issız Adam'la ilgili yazdığım yazıyı ve sonunda linkini verdiğim sözlükten plavalaguna'ya ait entry'i almış, kaynak göstermeden, İnternette Büyük tartışma Issız Adam'ın hangi sahnesi hangi filmden adlı bir haber yapmış.
En azından bir kaynak gösterselermiş daha iyi olurmuş, izin falan almalarını zaten beklemiyorum. Neyse en azından bir iki cümle değiştirmişler,refere ettiğim filmlerin Türkçe isimlerini de yazmışlar bir de beyazperde tutkunu falan demişler benim için, sağolsunlar.
2 Aralık 2008 Salı
Phase 4 olmanın dayanılmaz...
News feedimde gördüm hemen paylaşmak istedim. Video+tek bir cümle... Tam bir ¿ post'u oldu ama ne yapalım, lazım arada...
Edit: Bu arada bu video'nun geldiği yerde niceleri var ve en az bunun kadar güzeller.Annesi İsveçli, babası Türk olan Lev(ni) Yılmaz tarafından yazılmış çizilmiş ve seslendirilmişler
1 Aralık 2008 Pazartesi
28 Kasım 2008 Cuma
Golden Retriever olabilmek
Geçen gün Yiğit'in evinin önünden geçerken, apartmanın köpeği Lady yine sahibinin gözünün içine bakıp yerlerde debeleniyordu. Oynayacak biri, yemek ve su... Hayat sana güzel be Lady!
Ben
Eve geldiğinde uyumam gereken saatin yaklaşmasının getirdiği huzursuzluktan sıkıldım. Evde uyumak dışında sadece 4 saat geçirmekten sıkıldım. Bu 4 saatin çoğunu facebook "Home" ve Sözlük "Bugün" butonu arasında geçirmekten sıkıldım. Hayatımda birşeylerin eksik olmasından ve bir türlü neyin eksik olduğunu bulamamaktan sıkıldım. Ergenlerin güncem.com yazıları gibi bir post yazmaktan sıkıldım. Bu kadar çok sıkılmaktan sıkıldım...
26 Kasım 2008 Çarşamba
Yapma güzel kardeşim
Şimdi, biraz da yönetmenin gözleriyle bakalım olaya. Düşünün, Çağan Irmak'sınız. Yapımlarınızla bir yer edinmişsiniz, büyük çabaya gerek yok. Formülünüz ise önceden test edilip hazırlanmış.
1- Mutlaka eskiye yönelik atıflarda bulunulacak. Plaklar, sağ-sol kavgaları, çizgi romanlar...
2- Bireysel yaşama yeni adapte edilen bizlerin hala bir kapanış sağlayamadığı ve yetiştirilme kültürümüz olan sağlam aile bağlarının terk edilmesine vicdani bir atıfta bulunulacak.
3- Ajitasyon şart. Mutlaka gözler yaşartılacak.
E elinizde bu formül var. Şimdiye kadar nelerden bahsettik? Baba ve oğul ilişkileri, Aldatılan bir Mustafa, 80 olayları... Hmm biraz da aşktan bahsetmek lazım, ama öyle bir yapmalı ki, riske girmemeli, üstteki formülü alıp buna uyan, kenarda köşede kalmış ve "seyircisi"'nin es geçtiği filmlerden parçalar almalı ki fazla çaba sarfetmeden "seyircisi"'ne filmi beğendirelim.
Film arasında muhabbeti geçti. Onur, "bu adam Tarantino'nun, Death proof'ta yaptığı gibi, sevdiği bütün filmlere gönderme mi yapıyor" dedi. Aslında böyle bir çabaya girişse daha özgün bir film olurmuş. Bu haliyle Klişeler Kolajından öteye gidemiyor. Will karakterine göz kırpan Alper'le About a Boy, Plaj sahnesiyle Le temps qui reste, Sevgilisinin yatağına uzanan Ada'yla los amantes del circulo polar... Hiç çaba sarfetmeden sıcağı sıcağına bu örnekleri vermek mümkün. Bir daha izlersem daha neler neler bulacağımı da biliyorum, çünkü öyle bir his yaratıyor ki film, izlerken hiç birşey yeni gelmiyor, hiç birşeye şaşıramıyorsunuz, çünkü hepsini daha evvel gördünüz!
" Bu kadar çok yiyerek, nasıl bu kadar zayıf(!) kalabiliyorsun" alıntısıyla, hiç karaktermiş konuymuş girmeden bitiriyorum.
Not: Bir de toka vardı değil mi? Ah tüfeğini sevdiğim Çehov, ne diye o lafı ettin ki...
Not 2:Yalnız değilmişim
25 Kasım 2008 Salı
Değişiklik.
XOXO
23 Kasım 2008 Pazar
Yanıyor mu Yeşil Köşk'ün lambaları?
İlgili mekan hakkında bilgisi olmayan seyircilerimiz için, hemen ege.edu.tr'den alıntımızı yapıyoruz: "1882 yılında kurulan ve eskiden "Pandispanya Köşkü" adı ile anılan Yeşil Köşk, ilk onarımını 1986 yılında geçirmiş ve uzunca bir süre üniversitemize gelen üst düzeyde konuklara misafirhane olarak hizmet vermiştir.1993 ve 1995 yıllarında iki kez restore edilerek, çevre düzenlemesi yapılan Köşk, üniversite çalışanlarının dinlenebilecekleri ve hoşça vakit geçirebilecekleri bir akademik klüp haline dönüştürülmüştür.Yeşil Köşk nostaljik bir atmosferdeki her türlü konfora sahip binası ve özellikle yaz aylarında çim ve çiçeklerle düzenlenmiş bahçesiyle doğal bir görünüm arz etmekte ve binada aynı anda 100 kişiye hizmet verebilmektedir."
Kampüsün en ulaşılabilir yerinde, temiz ve kaliteli yemek servisi veriyor, üstelik piyasanın altında fiyatlar uyguluyorlar. Şaşırmamak lazım, bunun öğrencilere müstehak görülmemesine. Benden geçti artık, zaten sürekli gittiğimiz bir zaman dışında öyle müptelası da değildim eskiden de, ama yine de özel bir yerdi Yeşil Köşk. Kışın, ikinci katında, ne yazık ki sigara içilen kısmında(Arkadaşlar...) yemek-tatlı-kahve üçlüsü, yazın bahçesinde sıcak öğleden sonraları bira+patates kızartması... Güzeldi.
Önce, geçen yıl, bahçede sadece öğretim üyelerine özel bir bölüm oluşturdular, şimdi de öğrencilere tamamen kapattılar. Üniversite, hocalarla daha yakın olma, resmiyetin azalıp, bilgi alışverişinin artması, Lisedeki ulaşılmaz öğretmenle ezik öğrenci ikilisinin aşılması, bunlar yalan şeylermiş. Devam edin, Bir sonraki adımınız kampüse öğrencileri sokmamak olsun. O zaman orada oluş sebebinizi unutan sizler tam rahat edersiniz
18 Kasım 2008 Salı
Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Football
Maçtan önce Diyarbakır tribününde izlemek gibi planlarımız vardı ama kader ve Karşıyaka tribünlerinde olursak daha güvende oluruz(!) düşüncesiyle kendimizi kapalı tribünde bulduk. Çok da isabetli olmuş, zira bir aydır İzmir'e yağmayı reddeden yağmur geri dönüşü için bu geceyi seçtiğinden 2 saatlik bir duştan kurtulmuş olduk. Bunun yanında ödediğimiz bedel ise, Diyarbakır'ın 1-0 kazandığı maçta attığımız gole sevinememek, hatta adaptasyonu abartıp Karşıyaka'nın kaçırdığı penaltıya ve pozisyonlarına üzülüyor gibi yapmak ve Karşıyaka tezahüratlarına katılmak oldu. Bununla yaşayabilirdik. Gecenin bombası ise, benim ikinci yarıdaki Diyarbakır kontratağını gol sanıp üzülme numarası yapmam ve çevredekilerin bana anlamsız bakışları oldu.
Güzel bir akşam oldu, tek parça halinde eve dönmek, maç çıkışı uzun süredir özlenen nargileye kavuşmak... Bunlar güzel şeyler
16 Kasım 2008 Pazar
İki günlük doğumgünü
Evet bugün itibariyle 24 yaşını doldurmanın haklı gururunu yaşıyorum, gerçi neden gururlu olduğumu bilmiyorum, ama cümleye böyle başladım, değiştirmeden gururu yaşamaya devam edeyim...
Her yıl ben de herkes gibi tek günlük bir doğum günü yaşardım, hatta bazı yıllar kimi zaman ben, kimi zaman çevremdekiler unuttular doğumgünlerimi(acı bir çocukluk yaşadım ben:( ) o zamanlar o günü dahi yaşamadım. Bu yıl iki gün kutlandı doğum günüm yurt çapında, dış temsilciliklerde ve tabii ki facebook wall'ında. Bu kadar giriş yaptıktan sonra ve hatta oldukça cıvık bir üslubum olduğunun farkına vardıktan sonra devam edeyim ve neden iki gün olduğunu anlatayım.
Her şey dün sabah, hafızasıyla ilgili problemleri olan kadim dostum Y.'de bir yandan uyanmaya çalışırken, bir yandan da baş ve mide ağrısını Discovery Channel'deki dirty jobs'la tedavi etmeye çalışırken, Y.'nin odaya "iyi ki doğdun" nidaları ve elinde bir pastayla girmesiyle başladı. İki yıldır 4 kişilik çekirdek grubumuzda birbirimizin doğumgünlerini sürprizlerle kutlamaya alışmıştık, lakin doğum gününü bir gün önceden kutlamak gibi bir sürpriz sanırım kimsenin aklına gelmezdi:) Hafızasının ona oynadığı bu oyunu bozuntuya vermiyorum, teşekkür ediyorum ve Well played küçümey! diyorum. Çok da mutlu oldum. Böğürtlenli pastayla kahvaltı gibisi yokmuş ayrıca.
Dünkü atraksiyon tabii ki bitmeyecekti. Sözlük zirvelerinin işlevini hep sorgulardım, ama dün akşam anladım ki, zamanın yoksa ve sürekli görüşemediğin insanları görmek istiyorsan zirveler güzel şeylermiş. Yani böyle bir organizasyon olmasa bu zaman darlığında statler, x factor(y), spark, 24th fret, gregory rasputin ve butcher x'i bir arada görmek mümkün olmayacak. iyi oldu gitmek. Gittik de zirveyle yetinemedik, 24th fret karşim'in içindeki gençlik ateşinden dolayı...
Gecenin başından beri karaoke'ye gidelim diye tutturmuştu. Hani başta kimse de pek ciddiye almıyordu. Benim de saat 24 gibi eve gidip uyuma planlarım vardı ama her ne hikmetse bir şekilde kendimizi Sui's bar'da bulduk. İyi de yapmışız, iki üç yıldan beri eve sabah saat 4 buçuktan beri dönmemiştim. Pek bir eğlendik bağıra bağıra don't let me down söylerken. Yine de gecenin yıldızı özellikle creep(!) ile genç kızların gönlünü fetheden fret'tir bunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Neyse 24. yaşımı doldurup, 25'ime girdiğim yer de Sui's bardır tarihin sayfalarına böylece yazmış olduk. Doğumgünü kutlamaları bitmiyordu...
Maç sonrası bir kahve içmek üzere sözleştiğim rockstar fret, B. ve S. ile Kahve Diyarı'nda buluştuk. Orada da doğum günümün ikinci sürpriz pastasını yedim. Garsonların alkışları eşliğinde bir dilim Avusturya pastası üzerine yerleştirilmiş mumu söndürdüm. Bulgar kahin Babavanga'yı, Paul is dead geyiğini ve Kahve dünyası-Kahve diyarı dönüşümünün köklerine inen(ben kazandım!!) sohbet güzeldi. Kahve de işe yaradı ve bu iki günlük doğum günü serüvenini 50 sayfa pediatri'yle bitirmemi sağladı.
Bu cıvık yazıma ünlü bir düşünürün sözü olan "benim hayatım da bu kadar işte." sözleriyle son verirken, bütün arkadaşlarıma "iyi ki varsınız" diyorum.
10 Kasım 2008 Pazartesi
Top 5: Across the Universe şarkıları
Across the Universe, 2007 yapımı, The Beatles şarkılarından isimlerini alan karakterlerin seslendirdikleri The Beatles şarkılarıyla, bir dönemin Amerika'sına, Wietnam savaşına, 60'lardaki değişime değinen bir Julie Taymor filmi. Film arada görünen Bono ve Salma Hayek dışında ünlü barındırmıyor, iyi de yapıyor. Hatta Bono'yu da barındırmasaymış da olurmuş denebilir(evet, ben diyorum)
Bu film boş konuşup, erken karar verip, sonra söylediklerimi fazlasıyla geri almamı sağladı. E bir yazıyı da fazlasıyla hak ediyor. Filmi The Beatles'in müziğine hakim olmadan izlerseniz, doğal olarak "abartılıyor" diye düşünmeniz mümkün, dediğim gibi hakim olmanız gerekiyor, aşinalık yetmiyor. İşte ben de elimdeki aşinalıkla dalıp, beğenmeyip, sonra yoğun bir The Beatles terapisi geçirip aşık oldum bu filme. İlk izleyişte beğenmediyseniz, mutlaka ama mutlaka bir şans daha verin, pişman olmayacaksınız.
Gelelim şimdiki Top 5 listemize. Bu top 5 de, diğerleri gibi, sadece benim seçimim. Bunu bir daha belirteyim. Çünkü belki filmi izleyip, bu yazıyı okuyanların beklediği şarkılar olmayacak listenin içinde. Yasal uyarımızı da yaptık, e hadi başlayalım o zaman.
5- Hold me tight
Film'in açılış şarkısı bize esas oğlan Jude ile kızımız Lucy'i tanıtıyor. Daha ilk dakikalardan anlıyoruz ki bu ikilinin aşkı filmimizin asıl teması olacak. Bu şarkının bu listeye girebilmesinin tek sebebi Evan Rachel Wood'dur. Filmde yorumladığı bütün şarkılar arasında sesini en güzel belli eden, ona en çok uyan şarkı bu olmuş. Hatta orijinalinden daha çok sevdirmiştir neredeyse. Bu arada hazır ismi geçmişken, bu naif haline bakıp aldanan ve içi eriyen arkadaşlar varsa, onlara hayal kurmadan önce, söz konusu şahsın Marilyn Manson ile beraber olduğunu söylemek isterim. Evet, kırılgan prenses imajını yıktım, üzgünüm. Ama bunu bilmeniz gerekiyordu.
4- Revolution
Jude'un, aktivist arkadaşların bürosunu basıp, önce Lucy'e, sonra elebaşı Paco'ya verdiği vaazı çıkardığı kavgayı gösteren şarkı. Lucy'nin bir önceki sahnede söylediği "belki bombalar burada patlamaya başlarsa, o zaman insanlar sesimizi duymaya başlar" lafına "When you talk about destruction, Don't you know that you can count me out" ile, duvara boyanmış Mao resmine ise, "But if you go carrying pictures of chairman Mao, You ain't going to make it with anyone anyhow" ile verdiği cevap ve en sonunda oradan atılırkenki sinirli "alright!" nidaları ile filme mükemmel uyan bir şarkı olmuş
Sadie ve Jo-Jo'nun fırtınalı aşklarının, Sadie'nin Jo-Jo'yu barındıramayacak yükselişinin sahneye yansıması... Bir çiftin kavgası ancak bu kadar güzel gösterilebilir diyorum ve bu şarkıyı da üç numaraya koyuyorum.
P.S. Dana Fuchs, iyisin hoşsun da şarkı söylerken o dudaklarının aldığı hal, o yarım gülümseme... Neyse bir şey demiyorum.
2- All My loving
"And then while I'm away, i'll write home everyday". Tutamayacağın sözler vermemek lazım. Oysa ki, Amerika'ya giderken sevgilisinin gönlünü bu şarkıyla alan Jude, Liverpool'a döndüğünde bu sözün altında hiç ezilmişe benzemiyor. Aklı fikri hala Lucy'de... Hold me tight'ı listeye sokan Evan Rachel Wood'un yorumuysa bunu da listeye sokan Jim Sturgess'in yorumudur. Zaten sevdiğim bu parçanın iyi kotarıldığını, hatta çok güzel yorumlandığını görmek bu parçanın iki numaraya konmasına yetiyor.
Bu şarkıyı bir numaraya koymamak filme büyük haksızlık olurdu. Enstrümansız çıplak kalmayan başlangıcı, sonra grubun dahil olmasıyla güzel bir düet halini alması ve karşı çatıdaki gözü yaşlı Lucy ile daha iyi bir bitiş düşünülemezdi. Filmin zirve noktası ve ne yazık ki sonu olan bu parça da kişisel bir numaramdır!
Bir iki sonsöz söyleyip kapatalım. Prudence karakteri beni aşırı gerdi, I want to hold your hand başarısızdı. Bono ve I am walrus talihsiz bir ikili olmuşlar, credits kısmında geçen Lucy in the sky with diamonds'u bir yere sıkıştırsalardı keşke, kesinlikle daha başarılıydı. Benefit of Mr. K ile yaptıkları atraksiyon filmi uzatmaktan başka bir işe yaramamış. Strawberry fields forever ve Across the Universe de bu listeye girebilirlerdi, girmeliydiler; lakin ikisi de dahil edildikleri sembolizmin ve fazlasıyla politize edilmelerinin kurbanı oldular benim nazarımda. Elbette "Biz böyle sevdik" diyen olursa saygı duyarım ama Helter Skelter ile karıştırıp iki şarkıyı da söndürdüklerini inkar etmemek lazım. 6 ve 7 numaraya koyuyorum ikisini ve bu yazıyı bitiriyorum.
8 Kasım 2008 Cumartesi
Güncellemeler 2
**"Evde tek başına" olmak eskiden olduğu kadar keyifli değil artık. 635720 saat kütüphanede durduktan sonra eve gelince insan konuşacak birilerini arıyor. Geçen yıl kedi vardı, konuşmasa da dinliyormuş gibi yapıyordu, arada gelip ayaklarıma saldırıyordu... Şimdi o da yok.
**Sakallarımın uzunluğunun motivasyonuma ters orantıyla etkidiğinin farkına vardım. Aynada boşvermiş bir insan yüzü görünce yapmam gerekenleri sallıyorum. Bugün traş oldum ve kendime geldim. Bundan sonra birkaç günde bir traş olmak lazım. Disiplin önemli.
**TUS için tekrar yapıyor olmak güzel, lakin ilk okumada sinir bozan dersler ikinci okumada şirinleşmiyormuş, bunu anladım. Aynı çirkinlikleriyle yaşam enerjimi çekmeye devam ediyorlar. İşte sanırım "kopma" tehlikesi en çok bu dersleri çalışırken oluyor. Tehlikenin farkındayım.
**Bugün, uzun bir aradan sonra tekrar gitar çalmaya heveslendim, fazlasıyla ilham geldi. Dün C. ile "Grup kuralım" temalı bir konuşma yaptık belki onun etkisindendir, ama sanırım evren benimle aynı fikirde değildi. Akustik gitarın teli, sonrasında elime aldığım elektro gitarın ise kablosu koptu. Elektro gitarın en unplugged haliyle, sinek vızıltısını andıran sesiyle Hey jude çalmaya çalıştım. Küstüm sonra
and you feel like you're going where you've been before
You tell anyone who'll listen but you feel ignored
Nothing's really making any sense at all
Let's talk..."
Buraya ergen gibi şarkı sözü yazmanın nasıl göründüğünün farkındayım ama, bu aralar X&Y albümünü yeniden keşfetmekle meşgulüm. Özellikle Talk'ı tekrar tekrar dinliyorum. Sıkılmam yakındır. Bu arada şuna cidden karar verdim, 15 nöbetlik bir bölüm bile kazansam kesinlikle piyano derslerine başlayacağım, ama merak ettiğim bir şey var. Acaba ders öncesi genre pazarlığı yapıp yapabiliyor muyuz? Hani "ben sadece rock 'n roll ve belki blues çalmak istiyorum. Hiç Klasik müzikle vakit kaybetmeyelim" desem, çok mu yüzeyel olurum? Gerçi hocanın da beni anlaması lazım. 7 yaşında ailesinin elinden tutup götürdüğü velet olmayacağım. çeyrek asrı geride bırakmış(böyle yazınca daha havalı oluyor) ve vakti olmayan bir insan olacağım. Bütün bu veriler ışığında böyle bir istekte bulunmak şımarıklık olur mu?
Wilbur bir kadın ve bir çocuk istiyor
Bundan bir önce çektiği "Italiensk for begyndere" yani yeni başlayanlar için İtalyanca filmi bile bu türün katı savunucuları tarafından pek kabul görmüyorken, bu filmi 95 yılındaki dogma manifestasyonunun kuralları dahilinde bir film olarak düşünmek imkansız, ki sanırım yönetmen, Lone scherfig Hanımın da böyle bir iddiası yok. Bu arada filmde her Britanya filminde görmeye alıştığımız Shirley henderson oynuyor...
Filmi anlatan uzun bir yazı yazmıştım. Filmi anlatmanın çok saçma birşey olduğuna karar verip sildim. Pişman değilim. Bu film cidden beni dengesizleştiriyor. İlk izlediğimde sinemadan çıkarken, sağda saolda tekmeleyecek birşeyler aramıştım.
Hala sinirliyim Wilbur'a. En kolay yolu seçtiğinden dolayı sinirliyim. Sürekli intihar etme uğraşıyla kaçıp gitme çabasından; çevrede mutlu olabileceği ve ona yatağını, kucağını açmak için ikinci defa düşünmeyecek bir sürü kadın varken, mutlu olmak için, aşık olunacak en hastalıklı seçeneği seçtiği için sinirliyim. Kendisini adam etmekten başka hiç bir uğraşı olmayan ağabeyinin başına gelen felaketi, kendi yaşam sebebi haline getirmesinden dolayı sinirliyim.
Evet, belki Wilbur ölmeye çalışıyordu, ama kesinlikle ölmek istemiyordu. Yaptığı şey ağabeyini, çevresindeki herkesi buna inandırmak oldu. Kimbilir belki kafasında bu durumdan çıkaracağı kazanımlar vardı. Wilbur, ölmek değil, bir ev,bir kadın ve bir çocuk, yani aidiyet istiyordu. Bir iki quote verip bitirelim.
"Wilbur: You licked my ear. I'd have bought a dog if I wanted my ear licked. " Hastanenin bir köşesinde aşk yaptığı hemşireye
"Mary: Are you going to sleep in Wilbur's old bed" Wilbur'un ağabeyine hastaneden çıkarken
3 Kasım 2008 Pazartesi
Londra'da bir gün
Sabah 04.00'te uyandım, İstanbul'a vardığımda saat 8'i, Londra'ya ise vardığımda saat 11'i geçmişti. Yerel saat 9'u gösteriyordu yani 2 saat kazanmıştım:) Heathrow'u terk ettikten sonra Londra'ya literal anlamda ayak bastığım yer St. Pancras tren istasyonunun önüydü. Tek başımaydım, sırtımda devasa sırtçantam, yanımda sadece Dost Kitapevinin çıkardığı londra cartoville'im(bu seri gerçekten çok yararlı ve pratik) ve otel adresi vardı. Otele gitmeden önce internetten ertesi gün için aldığım Londra-Leicester tren biletini bastırmam gerekiyordu. 2005 yazı dışında yurtdışı gezilerinde hep sağlamcı oldum. Gideceğim şehirdeki hostel-otel rezervasyonlarını hep önceden internetten hallettim ve eğer mümkünse gideceğim ülkedeki gezilerimin tren-otobüs biletlerini de önceden aldım. Bunun ciddi anlamda yararını gördüğümü söylemeliyim,hem maddi hem manevi yararını... Kimileri bunu sıkıcı bulur, asıl güzelliğin yaşanacak belirsizlikte, macera'da olduğunu savunurlar ama ben şahsen kilolarca yükle bilmediğim sokaklarda gezip otel aramakta, internetten rahat ve birkaç kat ucuza alabileceğim bir tren biletini bulamama sıkıntısını çekmekte güzellik göremiyorum. Nitekim bu gezimde de önceden internetten tren bileti almanın yararını görmüştüm. Gidiş dönüş için 16 pound verdiğim bilete, eğer o an istasyondan alsaydım sadece gidiş için 35 pound vereceğimi öğrenmek beni mutlu etti. Bilet bastırma işi bittikten sonra Circle hattıyla Otelin yakınlarında bulunduğu, Bayswater istasyonuna doğru giden metroya bindim.
Oteli yıllardır biliyormuşcasına kolayca buldum, saat 10'a geliyordu. London House adlı bu vasatın altındaki otel Kensington'da, Notting Hill'e oldukça yakındı. Giriş işlemlerini yapıp, yükümü atıp hemen sokağa fırladım. Biraz civarda dolaşıp alışveriş yaptım, Her şehirden aldığım ve üzerinde şehrin ismi-ufak bir resmi olan tabaklardan ve eşe dosta küçük hatıralar aldım, gözüme çarpan bir alışveriş merkezine dalıp H&M ile hasret giderdim. Artık bir günlük şehir turuna hazırdım. Amaç gün ışığında bütün fotoğraf çekilecek yerleri gezip hava kararınca Notting hill'e geri dönmekti. Vakit az olduğundan Thames nehri civarından çok içlere girmemeyi tercih ettim.
District hattının beni getirdiği Tower Hill istasyonunda inip ilk durağıma vardım. Tower of London. Hem saray hem kale hem de hapishane olarak kullanılmış bu devasa yapıdan pek hoşlanmadım. Dışından şöyle bir iki fotoğraf çektim, çevresini gezindim. Girmeye yeltenmedim bile, kısıtlı vaktimin yarısını çalabilecek potansiyele sahipti. En baştan beri gözüme kestirdiğim Tower Bridge'e yöneldim.
Yukarıdan Londra manzarası muazzamdı, eski klasik yapıların yanındaki, yeni cam ve çelik binalar çok sırıtmıyordu. Hava bulutluydu ama yağacağa benzemiyordu, o gün yağmadı da. Fotoğraf hevesim bitince içeride oluşturulmuş ufak sinema salonuna geçip köprünün yapım hikayesini izledim. Daha fazla oyalanmadan aşağı inip, köprünün karşı tarafına yöneldim. Saat 2'ye geliyordu.
Nehir kenarından ilerliyordum, üşüdüm, sonra sadece benim üşüdüğüme karar verdim, insanlar yazlıklarla ve askılılarla dolaşıyorlardı. Londra için sıcak bir gün olmalıydı, ceketimin yakalarını kaldırarak devam ettim, elimdeki şemsiye fazlalık yapmaya başlamıştı.
Önüme ilk Southwark Katedrali geldi, Bin yıldan fazla bir süredir varlığını sürdürmüş, bu esnada sayısız kez yeniden inşa edilmişti. Dışında bir tur atıp fotoğraflamaya çalıştım, kadraja girmedi, sinirlenip içeri girdim. Tahta sıralardan birine oturdum ve cam işçiliğini takdir ettim. İçeride katedrallere özgü o derin sessizlik ve serinlik vardı. Bu kombinasyon, her zaman olduğu gibi beni yine ürpertti. Tekrar dışarı çıktım, taş avluda biraz gezindikten sonra katedrali geride bırakıp devam ettim.
London Bridge oldukça sıradandı, ilki 2000 yılı aşkın bir süre önce yapılan köprü aynen katedral gibi bir çok defa yeniden inşa edilmişti, hatta öyle ki 18. yy sonundaki versiyonu Arizona,ABD'ye satılmış. Evet, adamlar bildiğiniz köprüyü satmışlar ve daha ilginci alan petrol zengini adamın niyeti koskoca Tower Bridge imiş... Sözün özü, asıl olayın London Bridge fikri olduğuna kanaat getirip yoluma devam ettim.
Vinopolis'ten geçerken dar sokaklar ve ufak tuğla kemerler beni hemen praktica'ma yöneltti. O ışık azlığında berbat olacağına bile bile birkaç kare çektim. Arka sokakların birinde ufak bir bistro buldum ve öğle yemeğini her turistin yapacağı gibi fish and chips yiyerek geçiştirdim. Saat 4'e yaklaşıyordu ve Tate Modern 6'da kapanacaktı.
Tate Modern, eski bir elektrik santralinden bozulup yapılan bir modern sanat müzesi. Hep sevmişimdir modern sanat müzelerini, diğer müzeler sıkıcı gelir belli bir aşamadan sonra. Ama modern sanat müzelerinde başından sonuna kadar sizi şaşırtacak, küçük bir çocuk edasıyla hayrete düşürecek şeyler bulmak mümkündür. Ondan dolayı büyük bir iştahla gezerim hep, bitmesin isterim. Tate Modern kesinlikle benim gördüklerim arasında en iyisiydi. Eğlenceli bir saat geçirdim.Ayrıca, fotoğraf çekmek isteyenler millenium bridge ve St. Paul'u aynı karede alabilsinler diye müzenin nehre bakan ve millenium bridge hizasındaki camlarına ufak pencerecikler yerleştirmişler. Bu kadar uğraşı kırmak olmayacağından bir iki kare de ben çektim.
Hava nerdeyse kararacaktı. Son durağım Parlemento binası ve Big Ben'e hava kararmadan önce varıp klasik turist resimleri çekmek istiyordum. Bu yüzden metro istasyonuna giderken adımlarımı sıklaştırdım. Mesai bitmiş olacaktı ki yoldaki Publar ağzına kadar doluydu, hatta insanlar biralarını ayakta, pubların önünde içip boş bardakları kapının önüne bırakıyorlardı. Metro'ya binmek iyi gelecekti, zira ayaklarım alarm vemeye başlamıştı bile. Metroda aldığım gazeteye biraz göz gezdirdim. Önceki gün Arsenal'in Şampiyonlar Ligi yarı finali ikinci ayağında Villareal'i zorlanarak yendiğini öğrendim. Bir gün evvel Londra'da olsam Highbury'e gidip maçı izler miydim diye düşündüm, niyet etsem bilet bulunur muydu? Merak ettim... Bu arada JENSational başlığıyla, iyi bir maç çıkaran Jens Lehmann'a gönderme yapan gazete bana Yendik MiLAN başlığı ve star gazetesini hatırlattı.
Gün ışığını kaybetmeden Big Ben'e kavuşmuş ve fotoğrafları çekmiştim. Big Ben'in önünden geçen Double decker otobüs resmimle herhangi bir "İngiltere'de dil kursu" broşürünü süsleyebilirdim! Hatta SLR makinemle çekilen, içinde benim olduğum ve düzgün becerilmiş, yüzümün bulanık çıkmadığı nadir resimlerden birine sahip oldum.
Böylece günün sonuna gelmiştim ve ölmek üzereydim. üç saatlik uykuyla, içi kum doluymuş hissi veren gözlerimle gün boyunca durmadan dolaşmıştım. Metroyla kensington'a dönüp gördüğüm ilk fastfood dükkanına dalıp karnımı doyurdum, yapılacak iki şey kalmıştı: Ufak bir pubda bir iki bardak Guiness ve hemen sonra otele gidip uyumak. Hyde park ve Portobello Road'da kahvaltı ertesi güne Leicester yolculuğu öncesi birkaç saate, Londranın kalan turist aktiviteleri Leicester'dan döndükten sonraya kalmıştı...
29 Ekim 2008 Çarşamba
İstanbul
Kendimi, bir 10 yıl sonrasını düşünerek, Türkiye'nin herhangi bir şehrinde çalışıyor ve yaşıyor olarak tasavvur edebiliyorum. Biri hariç, İstanbul.
Çok gezmedim İstanbul'u, ziyaretlerim genellikle transit yurtdışı geçişlerinde geçirilecek saatler, kongre çerçevesinde bir kaç gün veya arkadaş ziyaretine bir hafta gibi maksatlarla oldu. Kafalardaki "tanımıyorsun, bilmiyorsun nasıl böyle kesin bir fikir edinebiliyorsun" sorusunu duyabiliyorum. Evet, tanımıyorum yeterince ama yine de sevemiyorum. Kendimi güvende ve rahat hissetmiyorum İstanbul'da olduğum anlarda, ve hatta İstanbul'u düşündüğüm zamanlarda...
İstanbul konusunu neden açtım peki? Malum, önümüz TUS. 6-7 ay sonraki tercih zamanında şapkamızı önümüze alıp düşünme vaktimiz gelecek. İstanbul'u masadan kaldırmak demek, herhangi bir uzmanlık şansına girme şansını en az 3 kat arttıracak bir seçenekler ordusunu geri tepmek demek aslında. Şimdi buradaki soru: Acaba herşeyin çılgınlaşacağı tercih zamanında ben böyle derin bir rejeksiyonu sürdürecek miyim? Hayır, bu soru doğru durmadı. doğru soru şu olmalı: Acaba herşeyin çılgınlaşacağı tercih zamanında ben böyle derin bir rejeksiyonu sürdürdüğüm için, ileride pişman olacak mıyım?
Ey okuyucu, sen de anlıyorsun ki, yazar burada vicdan muhakemesine giriş yapmaya çalışıyor? Ama göremediğin şey şudur ki; yazarın bu yazıyla ilgili gizli bir gündemi var. O gizli gündemle ilgili satır arasında söyleyecekleri için top çeviriyor olabilir bu ana kadar. Ya da yazarın canı sıkıldı kafana anlamsız kuşkular salarak, dikkatinin dağılmamasını istiyor...
Konuya dönecek olursak, cidden bazen düşünüyorum, İstanbul'u yazsam orada uzmanlığa başlasam nasıl olur diye. Hemen içim sıkılıyor. Birilerinin beni sürekli rahatsız edeceği dolandıracağı, gasp edeceği, paramın geçinmeye yetmeyeceği senaryolar kafamda dönüyor, ayrı bir yer gibi geliyor orası, En son izlediğim Üç Maymun'un da teyid ettiği, hatta diğer yüzlerce sinema filminin gözümüze soktuğu kötülükland gibi geliyor. Tüm kötülüğün, acının, sefaletin, fakirliğin, şiddetin vücut bulduğu şehir... Tolkien için Mordor neyse, Neo-con'lar için bir zamanlar Moskova, şimdi Tahran neyse, Beyaz ve güzel İzmir'li için Kadifekale neyse benim için de o oluyor İstanbul. Bu şehirde yaşamayı istemem için cidden geçerli bir sebebim olmalı, vaatler çekilecek sefaletten daha üstün olmalı, yıllardır peşinde koşulan imkansız hayalin, Rüya'nın gerçekleşme umudu olmalı. Aksi takdirde İstanbul tercih zamanı masada olmayacaktır.
Şimdi tekrar soruyorum, okuyucu; Bütün bu açığa çıkan düşünceler ve önyargılar ışığında, böyle derin bir rejeksiyonu sürdürmek ileride muhtemel bir pişmanlığa sebep olur mu?
28 Ekim 2008 Salı
Eve dönüş
Blogger yasağı kalktığından dolayı, Hiç ısınamadığım Wordpress'ten, eve geri döndük! Umarım temelli bir dönüş olur...
Seni seviyoruz Blogger
Çılgın perşembe
Öncelikle bunun malum blogger yasağından dolayı geç kalmış bir yazı olduğunu belirtmeliyim.
Avea’nın bedava mesaj olayı başladığından beri arkadaşlarıma anlamsız mesajlar atarım. Onlar da bana. Bir nevi lisedeki çaldırma olayının şimdiye yansıması gibi… Genellikle öğle yemeklerine yakın tek kelimelik anlamsız, genel anlamı “öğlen beraber yiyor muyuz?” olan mesajlar…
Geride bıraktığımız perşembe günü de öğle yemeğine yakın Y.‘e “Kralsın” diye bir mesaj gönderdim. Dediğim gibi tamamen anlamsız mesajlar. Hemen birkaç dakika sonra beni aradı. “Yemeğe şuraya gidelim” gibi birşey söyleyecek sanıyordum, ki plan da buydu sabah, N. kızımız ile Karşıyaka’daki bir ilköğretime sağlık eğitimine gidecekler, öğlen dönüşte yemekte buluşacaktık. İşte bu plan için arıyor sandım. Yanılmışım. Kaza yapmış, kasko, tutanak vs. konusunda yordam sormak için arıyormuş. Hızlıca tarif edip evden çıktım.
Yolda “şimdi bir kaza da ben yaparsam tam iş olacak” diye düşünürken bir tehlike yaşadım. 10 dakika kadar onların kaza yaptığı, hastane giriş kapısındaydım. Y. Arkadan bir arabaya vurduğunu söylemişti telefonda, ufak bir hasar bekliyordum ama yanlarına gidince iki beklemediğim şeyle karşılaştım.
1- Çarpmanın şiddeti tahminimden fazlaymış, arabanın ön tarafı dağılmıştı
2- Zeka küpü doktor arkadaşlarım, emniyet kemerlerini takmamışlar. İkisi de kafalarını çarpmışlar çarpışma esnasında.
Y. tutanak işleriyle uğraşırken, daha panik olan N. ile arkadaki acile uğradık. Yeni bir acil asistanı vardı, tanımıyorduk. Çok üstüne düşmedi, BT falan çektirme niyetiyle gitmiştik, ilk 6 saatlik kritik evrede bilinç kontolü ve ani bir bulantı ihtimalinde acile dönüş tavsiyeleriyle çıktık, ki zaten ortada ciddi bir durum yoktu. Döndüğümüzde Y ve aynı arabadaki diğer kazazede O işlerini bitirmişlerdi. Araba gidecek durumda olduğundan çekiciyle falan uğraşmayalım dedik. Alsancak’taki Gönen servisine kadar o önde, ben de kendi arabamla N ile arkada gittik.
Serviste klasik, içinde “değişecek” ve “birkaçbin YTL” geçen teşhisler dinledik. Y, evrak işleriyle uğraşırken, N’ye, TUS sınavı yerleştirilmelerinin açıklandığı telefonu geldi. Herşey belli olacaktı. Servistekilere rica ettik bize internetli bir bilgisayar buldular…
N, önce bir trafik kazasına karışmıştı, üstüne beyin travması tehlikesi taşıyordu, son nokta ise bir oto servisinde TUS sınavını kazanamadığını öğrenmek oldu. Bu, nisanda bir daha girmesi gerektiği anlamına geliyordu, yine stres, yine sınav… Nisan sınavı için kader ortağım olacaktı.
Bunların hepsi geçtikten sonra, adam gibi bir yemek niyetiyle Manavkuyu’daki, çok ikramlı büyük lokantalardan birine oturduk. Mide bulantısı, bu iki travma şüpheli insanda panik nedeni olacaktı, lakin öyle bir yemek yedik ki, bulantı yaşamamak mümkün değildi. Böyle bulantılı, şüpheli bir kaç saatten sonra arkadaşlarımın beyin kanaması geçirmeyeceği kesinleşti, yine de ilk 24 saat tehlike devam edebileceğinden onları yalnız bırakmadım ve bu garip günü değişik ev aktiviteleri yaparak bitirdik…
27 Ekim 2008 Pazartesi
Word Press
adresimiz de budur:
http://octoberswimmer.wordpress.com/
25 Ekim 2008 Cumartesi
EngelleME
Viva Adnan Hoca ve onun avukatları!
Viva ona bu çılgın sansür spree şansını veren yasa hazırlayıcıları!
16 Ekim 2008 Perşembe
Güncellemeler
*** Coldplay'in Parachutes albümünün içine karışmış parachute adlı şarkının sahibi, Guster diye bir grup keşfettim, keyifle dinliyorum.
***My name is Earl'vari bir rahatlama yaşadım. Zamanında çok pişman olduğum saçma davranışlardan birini, bir şekilde telafi etmiş olabilirim. İyi hissettiriyor.
***İki yıldan sonra ilk defa Kemeraltı'na gittim. Hala eskisi kadar nefret ediyorum. Kızlarağası hanında kahve içtim, tek güzel yanı bu oldu.
***Ne zaman istediğim bir şey olsa, elbise olsun, aksesuar olsun... Bulamıyorum, olmuyor. Bir hafta evvel çanta almaya çıkmıştım, bugün yine denedim. Olmadı. Çok seçici davranıyorum sanırım. Aynısını küpe alırken de yaşamıştım. Alkol komasına girecek kadar içip, mezuniyet balosunda kaybettiğim-kendimi kaybetmediğime şükür- küpemin aynısını bulma obsesyonundan dolayı küpe alamadım. Düz, halka bir küpeydi. Duygusal bağ kurdum diyeceğim ama öyle birşey de yok. İlla aynısı olsun diye tutturdum. Bu arada küpem, seni çok seviyoruz, ne olur evine dön:(
***Yeniden adam gibi çalışabilmeye başladım. Cidden mutlu etti beni, ama 6 ay daha devam ettirmem gerekiyor...
***Gelişmelerle tekrar karşınızda olacağız.
Not: Leylaksarabi uyardı. İki sene olmamış. Yakın bir zamanda gitmişim, hatta beraber gitmişiz, bir de üstüne kola dökmüşüm. Öyle olsun bakalım
13 Ekim 2008 Pazartesi
Debriyaj'dan nefret ediyorum
Az buçuk biliyorum artık teli takmayı, yarın sabah 3. sanayi'den alıp takmayı da düşünüyorum, lakin beceremezsem bu sefer yine şanslı olamayabilir, kalabalık trafiğin ortasında kalabilirim. Bu yüzden sanırım yarın hastane'ye çekici çağıracağım. Off ya hiç yoktan uğraş şimdi...
Not: 7-8 ay sonra arabamı değiştiriyorum ve asla üzerinde debriyaj olan bir araba almayacağım
Doktor ve hasta yakını olmak
Tabi yukarıda yazdıklarımdan benim bu ameliyatın ne kadar rahat olduğunu bildiğim ve bundan ötürü bir o kadar da rahat olduğum izlenimine kapılabilirsiniz. Evet, teorik olarak herşeyini biliyorum. Hatta İspanya'da yaptığım KBB stajında bir kaç tanesine girip her seferinde "aaa ne kadar da basitmiş" şaşkınlığını da yaşamışlığım var. Ama iş aileye, babaya gelince herşey değişiyor, sevgili okuyucu.
Babamın yıllardır sesi kısıktı, onunla özdeşleşmiş bir özellik bu. Geçen kış bir aralar aklıma takıldı bu ses kısıklığı, sonra ya o araların yoğunluğundan gözümden kaçtı ya da kaçmasını istedim. Hani inkar edersem o ses kısıklığı kaybolur diye düşündüm. İşe de yaradı açıkçası ki, ağustos ayına kadar pek aklıma takılmadı bu durum. Sonra ağustos geldi, ben burada seçmeli stajım olarak KBB stajını seçtim. Haftada bir gün hasta bakmaya başladık. İşte o zaman hayatımı ufak çaplı bir cehenneme çeviren haftalar başladı.
Ses kısıklığıyla başvuran, 50 yaş üstü ve sigara kullanım öyküsü olan 5 erkek hastadan 4'ünde kanser çıkıyordu. Gerçek bütün çıplaklığıyla karşımdaydı ve acıtıyordu. "Babam kanser olabilir" diye düşünüyordum. Bunun düşüncesi bile beni yere yıkıyordu nerdeyse, her seferinde. Ağustos ayıydı, zaten duygularımı çok konuşan bir insan değildim, lakin çevremde konuşabileceğim kimse de yoktu. Kızlar, N. ve N. Eylüldeki TUS'a hazırlanıyorlardı, rahatsız etmek istemedim. Y. ve C. şehir dışındalardı. Dünyanın en panik iki insanı annem ve ablamla da bir ihtimal üzerine konuşamazdım, onları müthiş bir paniğer sürüklerdim. Babamı korkutmadan hastaneye getirmenin yollarını aradığım üç hafta, böyle içime atarak, en kötü senaryoları kurarak geçti.
Üstelik yoğun bir şekilde de çalışmam gerekiyordu. Çalıştıkça ve tıbbın içinde kaldıkça babam aklımdan bir türlü çıkmıyordu. Hergün aklıma en kötü ihtimal olan, babamın gerçekten de kanser olduğu ve gırtlağının tamamen çıkarıldığı ve hayatı boyunca bir daha sesinin çıkmayacağını bilerek,boğazındaki küçük bir delikten nefes aldığı senaryosu geliyordu. Düşündükçe içim kararıyordu... İşte bu zamanlarda doktor olmak berbattı. Bütün ihtimalleri bilmek, açılacak bütün kapıların arkasındakileri zaten görmüş olmak. Düşünsenize babanızın olabileceği bütün örnekler hergün hastanede gözünüzün önünde.
Dediğim gibi geçen cuma ameliyat oldu babam. Parçayı patoloji'ye götürdüm,20 Ekim'de sonucun çıkacağını söylemişlerdi. Ama ilgili hocayla konuşursam daha erkene alabileceğimi biliyordum.Bu sabah, istemeye istemeye A. hocayla konuşmaya gittim. Hocadan birşey rica etmenin sıkıntısı değildi isteksizliğim, A hocanın mükemmel bir insan olduğunu duymuştum(ki öyle de çıktı). İçten içe sonucu öğrenmek istemiyordum, kötü birşey çıkmasından korkuyordum, yine kaçmaya çalışıyordum aklımca... Hoca, kibarlıkla öğleden sonra gelmemi, beraber bakacağımızı söyledi.
"Öğleden sonra" olana kadar bir yıl daha yaşlandım sanırım. Birşeyler okudum, tek kullanımlık sohbetler yaptım, normalde iki haftaya atacağım işlerimi hallettim ve sonunda "öğleden sonra" oldu ve hocanın yanına gittim. A. Hoca, preparatı bulup mikroskopa koydu ve yan taraftaki vizördenbenim de bakmamı istedi. Bütün kesitleri gezdik, doku gayet düzenli görünüyordu ve hoca espriler yapıyordu. Bu iyiye işaretti. Bir iki dakika baktıktan sonra, nihayet babamın kanser olmadığı haberini verdi bana. Üzerimden bir yük kalkacağını biliyordum ama bu kadar dramatik bir mood değişikliği beklemiyordum. Anlamsızca gülümseyerek ve bir sürü teşekkür ederek çıktım. Bir kaç telefon konuşmasıyla diğer endişelileri rahatlattım. Kendimi aylardan sonra özgür hissettim.
Bunu da böyle atlattım ama biliyorum ki değişmeliyim. Bu kadar anksiyöz olmamalıyım, en azından birileriyle konuşmalıyım. Babam 59, annem 47 yaşında. Yaşlanıyorlar, hastalıkları olacak, belki hayatlarını sona erdirecek kadar ciddi hastalıkları olacak. Buna kendimi hazırlamam gerekiyor. Tamam, "işin içinde olmak" herşeyi değiştiriyor, ama en ufak ihtimallerde bile nerdeyse dağılacak hale gelmek gerçekten yıpratıcı. Bu durumla bir şekilde başedebilmenin yolunu bulmalıyım, bu meslekten herkes nasıl yapıyorsa ben de öyle yapmalıyım. Çünkü bu şekilde devam edebilmek gerçekten zor olacak...
10 Ekim 2008 Cuma
Romantik Komedilerdeki Hassas İngiliz Erkeği Stereotipi
Chanukah nedir? diye soranlara ufak bir açıklamasını yapalım. Chanukah ya da hannuka,en kaba tabirle musevilerin noeli diye tanımlayacağımız bir dini bayram. Işık bayramı olarak da adlandırılan hannuka,milattan önce 2. yy'da makkabi kavminin ayaklanmasını kutlar. -Diye tanımımızı yaptıktan sonra konuyu filme toparlayalım. Filmde bir kaç yaşlı film yapımcısının hannuka'yı kutlamak için bir araya geldikleri bir geceyi aktarıyorlar. Oldukça mutlu geçirilen geceden, konuklar da memnun kalıyor ve bu hoş mizansen bitiyor. Hollywood'un hatta Amerikan şov dünyasında musevilerin oldukça söz sahibi ve bir o kadar da başarılı oldukları gerçeğinden yola çıkarak bir nevi bu gururu paylaşıyorlar. Buraya kadar herşey normal, ama ortalama bir anglo-sakson Amerikan film seyircisinin en büyük zevklerinden biri olan Noel filmine Hannuka'yı sokmak gerçekten cesur bir hareket olmuş.
Filme geri dönecek olursak, Başroller Cameron Diaz ve Jude Law'a verilmiş olmasına rağmen, filmi kurtaranlar kesinlikle Kate Winslet ve Jack Black olmuş. Özellikle Jack Black gerçekten çok iyi(bu adam için böyle şeyler düşüneceğimi tahmin bile edemezdim. ) İzlerken sıkmayan bir film yapmışlar. 4 Hikaye olması işlerini kolaylaştırmış, yine de cıvık cıvık romantik komedilerden ayrılan bir film olmuş. Ayrıca İngiltere'yi şirin evleri, hassas ve yakışıklı erkekleri ve iyi kalpli-aksanlı teyzelerden ibaret gösteren klasik Amerikan mantığının yine işlediğini görmek mümkün.
Yazıyı bitirmeden ,yine, ilgimi çeken şeyleri madde madde yazacağım.
1- Hollywood hassas İngiliz erkeği tiplemesini çok seviyor. Genellikle bu rolleri büyük bir zevkle, kadrolu romantik-komedi oyuncusu Hugh Grant ve mavi gömleğine verirlerdi, ama sanırım Grant, artık bu üçlünün arasında yaşlı duracağından Jude Law bu görevi üstlenmiş. De o fırlama bakışlara ağlak hassas erkek rolü gitmemiş.
2- Kate Winslet Little Children'da da olduğu gibi yine zayıf, sevgiye aç patates abla rolünde. Onu hiçbir zaman çekici ve vamp kadın olarak görmedim, kimse görmedi. Ama giderek bu, her sırrına ortak olan ama sana içten içe aşık olan patates abla rolüne alışmış.
3- Filmdeki, "endüstri'nin içine girme" fikri zekice! Fragman ve film müzikleri gerçekten ilgi çekici olmuş, en azından benim ilgimi çekti. Özellikle Amanda'nın banyoda ve yatağında sıkılırken, "Fragman Abi"'nin sesiyle yaşadıklarını yorumlaması gerçekten iyiydi.
9 Ekim 2008 Perşembe
Yüzyıllık Yalnızlık
Bu çok sevdiğiniz yalnızlıkland'de geçirdiğiniz zaman boyunca türlü sorumluluklardan kaçıp rahat bir hayat sürdüğünüzü sanıyor olabilirsiniz. Belki gerçekten öyle ama ne yazık ki uzayan yalnızlık periyodu sizi küntleştiriyor. Evet, küntleşiyoruz, donuklaşıyoruz. Aşk mevzusundaki melekelerimizi yitiriyoruz ve ne yazık ki romantik ilişkiler, 10 yıl yapmayınca da kaybolmayan bisiklet sürme yetisine benzemiyor. En basitinden birisine yaklaşmayı, ne konuşulacağını unutuyor insan. Nasıl yapılacağını unutuyor...
Bu yalnızlık süresi içinde hayatımıza elbette giren insanlar oluyor. Kimisinin hikayesi eskiden devam ettiği için eleme kriterlerinden muaf oluyor, kimisi ise o kadar tek kullanımlık oluyor ki kriterleri uygulamaya bile gerek olmuyor. Böyle zamanlarda da yalnızlıkland etkisini gösteriyor ve yaşadığınız her şeyi garipleştiriyor. Dokunduğunuz ten, paylaşılan aşkın bir parçası olmaktan çıkıyor, onun yerine sadece bir doku parçası oluyor. Adeta muayene eden bir doktor edasıyla dokunuruken pürüzsüz mü, yumuşak mı, sıcak mı diye kavramaya çalışıyorsunuz. Öptüğünüz dudaklar sizi heyecanlandıracağına, kuru mu, tuzlu mu, yumuşak mı diye merak ettiriyor. Aynı ritüeli onlarca kez gerçekleştirmiş olmanıza rağmen her hareketiniz, yanına bir soru işareti iliştirilmiş şekilde geliyor. Yani aşk yapmak bisiklet sürmeye benzemiyor.
Döngüyü kırmak, kapıyı aralamak, şans vermek lazım.
7 Ekim 2008 Salı
Crossroad Blues
Haftaya cuma hepsi çözülüyor. Kafamı bir kaç aydır kurcalayan babamın ufak sağlık problemi, işin içinde olmak,ufak bir evham kırıntısını küçük çaplı bir krize çevirebiliyor, Nihayet 6 yıllık tıp eğitiminin sona ermesi(Düzeltiyorum 6 yıl+1 ay) gerçekten işime yarayacak bir kaç haftalık yalnızlık periyodunun başlaması... Hepsi çözülecek. Umarım güzel bir gün olur.
2 Ekim 2008 Perşembe
Kişisel şeyler
Fona son günlerdeki favori disposible şarkım olan The Script'ten The man who can't be moved'u alalım ve İlk konumuzla başlayalım: İnternette görülen birinden etkilenme ve olası sonuçları.
İkinci konumuz Battlestar galactica
Evet,dizi çok derinliğe sahip değil,klişelerle dolu ama beni iki şey çekti. Birincisi mükemmel Cast ve Kurgu. Elbette,sadece tanrıçamız Number Six-Tricia Helfer'e dayanıp söylemiyorum. Gerçekten karakterler mükemmel seçilmiş,ayrıca kurgu ve senaryo'da iyi kotarılmış. Dizide asla tekdüzeliğe izin vermiyorlar,güzel. İkincisi(aslında üç oldu) Retro hava,diziden tam anlamıyla 70'ler fırlıyor. giyilen takım elbiseler,telefonlar... Ve bunu gözümüzün içine sokmuyorlar. Güzel bir yapım. Şimdiye kadar benim gibi gözlerinizi kapattıysanız,onları açma vakti geldi. "Man created Cylons..."
Üçüncü konumuz ise Boyun Tutulması
Böyle işte üç konumuza da değindik,aslında üç farklı post olarak yayınlamak daha mantıklı olabilirdi,ama bir şekilde başladık. Böyle olsun..