28 Eylül 2008 Pazar
Paul Newman
24 Eylül 2008 Çarşamba
Top 5: Kitsch
5- Cep telefonu melodileri.
Hayır,asla gerçek sesli zillerden bahetmiyorum. Gerçek sesli melodiler,yani çalan telefonla başlayan şarkı türküler,ilk kategoriye-neonlu şahin- giriyor. polifonik olsun,monofonik olsun sevilen şarkının introsu,solosu ya da favori filmin temasını cep telefonu melodisi yapmaktan bahsediyorum.Daha önce,birden sessizliği yaran bir "Enter Sandman" introsu duyduysanız,sonra sahibinin gururla ve garip bir gülümsemeyle çevreye bakınarak açtığı bir cep telefonu gördüyseniz,ne dediğimi anlamışsınızdır.
4- Müzik grubu ya da Film-Dizi temalı T-Shirtler
2008 yılında hala siyah fon üzerine garip bir gotik resim ve Iron Maiden-Slayer-Blind Guardian yazılı veya Star Wars,Lost,"4 8 15 16 23 42" temalı hatta daha acınası "STOP WARS",Game Over,Fast food gibi "komik" harf-kelime oyunlu mesaj veren t-shirtleriniz varsa,kurtulun onlardan!
Hele bir de Tim Burton temalı ürünler var ki,onlara burada değinmeyeceğim. lisetenin üst sıralarında kendilerine yer ayırdım.
3- Yurtdışından takım tutmak
2- Alterno'luk ve mor renkle dirsek temaslı Tim Burton ürünleri.
Hele bir de "Tim Burton" filmleri temalı çantaları,t-shirtleri yok mu... Yemin ediyorum,kıbrıs şehitleri caddesinde üç tane "the night before christmas" çantalı kızı yanyana yürürken gördüm. Merak da etmiyor değilim hani. Ben de izledim hepsini,beğendiklerim oldu,beğenmediklerim oldu. Acaba bende mi bir sorun var? onların göremedikleri "o özel şey"i göremiyor muyum acaba? diye soruyorum kendime,ama anlamıyorum.
Dikkat ederseniz Emo'lara hiç değinmedim. Kitsch bile değil,yazık...
1- Uzun Saç.
İşte benim aklıma gelenler bunlar. Sizin de aklınıza örnekler geliyorsa lütfen ekleyin. Bunları yapıyorsanız beni değil kendinizi suçlayın ve vazgeçin:)
Supernatural 4. Sezon
3 sezondur beni oldukça eğlendiren bir dizi,Supernatural. Geçen hafta 4. sezonu başladı nihayet.
3. sezonun herkesi fazlasıyla altüst eden finalinden sonra özellikle Dean'in durumunu nasıl toparlayacaklarını merak ediyordum. Elbette Dean'i öylece silemezlerdi,ama önemli olan bunu nasıl yapacaklarıydı. Ellerine yüzlerine bulaştırmadılar,çok şükür.
Bu "geri getirme"'yi çok güzel meşrulaştırmışlar,çok beğendim. 3 sezondur kenarda izleyici olarak duran bir komponenti,tanrıyı artık diziye dahil etmişler. Zekice,zaten böyle sarsıcı bir değişim yapmasalardı dizi,daireler çizerek kendi sonunu getirecekti.
Böyle büyük bir olaya giriştiklerine göre,umarım bize tatmin edici bir "büyük resim" hazırlamışlardır. Çünkü Tanrı'yı bu işe sokunca ister istemez,diziyi dinler mitolojisinin eksenine oturtmak gerekecek. Sanırım yapımcıların niyeti o yönde ki,"lazarus" göndermesiyle başlamışlar.
Çok güzel başladı 4. sezon,umarım iyi devam ederler,biz de grevsiz,belasız 24 bölümlük güzel bir sezon izleriz...
21 Eylül 2008 Pazar
Beautiful Day
Günün başından beri yağmurun yağacağı belliydi. Böyle bir havada kütüphaneye gitmemek için direnen içimdeki bütün parçaları bastırdım ve geç de olsa yola çıktım. Eskiden nefret ettiğim ama iki yıldır nedense artık pek bir sevdiğim havayla karşılaşınca mutlu oldum. Kurşuni gökyüzü,havada garip bir nem,ürperten bir rüzgar... Eskiden bu havayı "kabız çocuğa" benzetirdim,içindekileri bir çıkarsa rahatlayacak gibi bu hava da yağmuru bir dökse çok daha iyi hissedecek diye düşünürdüm.
İşte o kabız çocuk havası vardı dışarıda ve ben memnundum. Hatta kütüphaneye giderken yeni gelen sonbaharı biraz daha hissetmek için klasik rotamı izlemek yerine kampüsün içinden geçtim. Yollar bomboştu,hızımı iyice yavaşlatırken camı açıp serin havayla biraz üşümek istedim. Garip bir şekilde o sonbahar kokusu,sararmış yapraklar,bulutlu gökyüzü ve kampüs beni bu şehre ilk geldiğim zamana,6 yıl öncesine götürdü(tam 6 yıl olmuştu). O zamanı hatırladım. Yağışlı bir sonbahar,kampüsteki iğrenç KYK yurdu,sancılı adaptasyon evresi... 6 Yılın ne çabuk geçtiğini düşündüm,o zaman olduğum kişiyle şimdiki Ben'i düşünmeye başladım. İzmir'in sonbahar'ı çok güzeldi...
Yeni keşfettiğim yolla,iletişim fakültesinin yeni binasının inşaatının oradaki alt geçitten tıp kampüsüne girdim ve nihayet hergün dönüp dolaşıp gittiğim kürkçü dükkanım,kütüphaneme vardım. 4-5 saat çalıştım,gelirken dolan yaşam enerjim damarlarımdan çekildi adeta. Çıkıp Y.'e uğradım. Alsancak,sıcak çikolata ve belki nargile gibi planlarımız vardı. Nasıl olduğunu anlamadan Çeşmealtı'na balık yemeye gitmek üzere evden çıktık.
Olay şöyle gelişti aslında: Çıkmadan önce 5-10 dk televizyon karşısında otururken National Geographic'te balıkçı bir adamın öyküsü vardı. Sonra ben yıllardık kalamar yediğimi ama gerçekte neresini yediğimi bilmediğimi söyledim. Sonra google'a sorduk,o sırada canımız balık çekti. Ben,hazır Alsancak'a gitmişken Tayfa balık evinde yemek yemeyi önerdim. Onun önerisi biraz daha radikaldi:) İlginç de görünüyordu,hemen çıktık.
Ufak bir şehir turu içerecek bir rota izledik. Liman tarafından Alsancak'a girdik,Fuar'ı izleyip,Fransız kültür'ün oradan cumhuriyet caddesine geçip konağa,sonra dümdüz sahil yoluyla "yabancı topraklar",Güzelyalı,üçkuyular,narlıdere,güzelbahçe,urla ve nihayet Çeşmealtı'na vardık. Bu arada GPS cihazı her ne hikmetse bizi sürekli otoban'a sokmaya çalışıyordu,sonunda daha fazla direnmeden istediğimiz rotayı o da kabul etti. İzmir'den çıkana kadar yağmur yağmıyordu. Hava gri,üstündeki şileplerle garip bir kompozisyon oluşturan deniz ise yeşildi. Güzelbahçe'de ufak ufak serpiştiren yağmur çeşmealtı'na vardığımızda sağnak halini almıştı bile.
Oldukça kişisel,hatta sevgili günlük modunda bir yazı oldu belki de,ama oldukça güzel ve dolu bir gündü. 8 aydır ve bundan sonraki 7 ay boyunca günlerim birbirinin sıkıcı bir kopyası olduğundan bu günün bir kaç kelam yazıyı hakkettiğini düşündüm. İki sonuç da çıkardım kıssa'dan hisse hesabı:
1- Balıkçı restoranlarında fiyatları önceden öğrenmek,sizi yemeğin sonundaki sürprizlerden korur.
2-İrmik helvasını anneler yapmaya devam etmeli.
so long and thanks for all the fish...
15 Eylül 2008 Pazartesi
Gdánsk
1-Gdynia,daha çok liman işlevini,endüstriyel rolü üstlenen bir şehir,öyle tarihi gezmelik,görmelik bir olayı yok diyebiliriz. Alışveriş için güzel bir sürü mağazası var. hala aynı ucuzluktaysa polonya,alışveriş için uygun bir şehir.
2-Sopot,plajı olsun,spa'sı olsun,turizm merkezi. Plaj diyorum da siz siz olun sakın bir delilik yapıp polonyalıların gazıyla denize girmeye falan çalışmayın. Ağustos ayında 6-7 derecelik su sıcaklığını tolere edebilecekseniz ayrı tabi... Gündüz pek bir olayı yok,lakin gece plajlardaki klüplerde çok güzel partiler var! Özellikle latin çalan bir yer vardı,ismini beklemeyin 4 yıldan fazla oldu,oldukça eğlendiriyor insanı...
Gdansk,talihsiz bir şehir aslında. Tarih boyunca bir Almanlar'ın eline geçmiş bir polonyalıların. 1990 yılına kadar Almanya hala kendi şehri olarak kabul ediyormuş,sonra resmen tanımış. Hala da Gdansk derseniz darılırlar,Danzig diye düzeltirler. Orta çağ töton şovalyelerinin dominasyonuyla geçerken,ki hala çok güzel kaleleri vardır şehir dışında,yakın tarihe doğru polonyalılar şehirlerini geri almışlar. Şehre belki de en büyük ününü getiren olay 1939'da 2. Dünya savaşının fiilen başladığı yer olması. Almanlar burayı işgal etmiş ve Avrupa 6 yıl boyunca kana bulanmış...
Şehrin içinden ünlü Wisla nehrinin motlawa kolu geçer, bir delta bırakır yaşam alanı oluşturur ve baltığa doğru devam eder. Gdansk ve varşovayı bağlayan bu nehir yıllar boyunca nehir ticaretine imkan vermişken,hala da gdansk önemli bir limandır. Nehrin iki yanı her avrupa şehrinde olduğu gibi,şehrin eski kısmını barındırmaktadır. Özellikle orta çağdan kalan,benzeri bizim İzmir'de de olan tarihi asansör oldukça ilginçtir.(İşlevleri aynı değil ama)
Şehrin genel mimarisi Alman şehirlerini hatırlatır. Zaten yazının başında en az Polonyalı şehri diye belirtmemin sebebi budur. Ünlü eski meydanı ve İstiklal caddesini andıran ünlü staromiejskie caddesinin iki yanında sıralanmış,Hanseatik tarzındaki evleri bu kanıyı daha da güçlendirir. İşte bu yüzden güzeldir,özgün olduğu için güzeldir Gdánsk. Bu eski cadde yine klasik olarak,kafeler,restoranlar ve görebileceğiniz en garip şekilli dondurmayı satan dükkanlarla doludur. Unutmadan ünlü Amber taşıyla yapılmış hediyelik eşya almak isterseniz en uygun yer Gdansk'tır.
Birkaç kişisel notla bitirelim.
Birincisi sakın ama sakın klasik "denize gidiyoruz,o halde ince giyinmeli,kalın birşey götürmemeliyiz" mantığını yürütmeyin. Pazar günü aşırı katolik esnafın açmadığı dükkanları bir umut arşınlayıp kalın birşeyler almaya çalışırken bulursunuz kendinizi. Sonra içeride sayım yapılan Galeria Centrum'un güvenlik görevlisine yalvararak kapıyı açtırısınız.
İkincisi sopot-Gdynia-Gdansk arasındaki ulaşımınızı banliyö trenleriyle yapın,otobüsle falan uğraşmayın. Hem ucuz hem keyifli. Sabahın köründe leş gibi votka kokan insanları görünce şaşırmayın. Ne de olsa Poland=Alkoholand
Sonuncusu,İçkiden abandone olmuş polonyalı gençler sizle muhabbet etmeye çalışacaklar. Sakin olun,Kimse agresyonu sevmiyor pek,arkadaş canlısıdırlar. Türkler ilginç gelir,bir sürü soru sorarlar. Hele kızların "senin ileride kaç karın olacak" tarzı sorularına sinirlenmeyin,kafaya alın. Ben 4 demiştim ama izin olsa 7 olmasını isterim diye eklemiştim. Sonra şaka olduğuna inandıramıyorsunuz. Öyle şeyler de oluyor...
Not: sözlüğe de zamanında yazmışım. Bu postu gönderdikten sonra bir bakayım diğerleri ne yazmış diye girince gördüm. yazının sonundaki ismi görene kadar da yabancı birinin entry'si gibi okudum. "Allah allah kim bu,nerdeyse aynı şeyleri yazmışız" falan dedim. Garip...
14 Eylül 2008 Pazar
Sonbahar Giyim Tavsiyeleri
Yukarıda bahsettiğim gibi ayakkabı da sıkıcı ve resmi bir görünümden kaçış noktalarımızdan biri. Alternatif gençliğimizin içindeki converse ateşi yatışmaya başladığından artık biz de giyebiliriz. ama üzerinde garip şekilleri olmayan ve boğazsız,tercihen gri ya da siyah veya hatta bulunabilirse kahverengi deri modelleri tercih edilebilir. Converse istemezseniz Adidas Superstar'ın koyu mavi,gri modelleri güzel olabilir.
1-Klasik gri ve kırmızı renkleri tercih etmeyin,biraz da olsa bir farkınız olur
2- Birkaç giyim firmasının denediği t-shirtten poşu yapma olaylaına girişmeyin. Yapabileceğiniz en komik şey bu olur.
Mavi,koyu kırmızı,krem ve kahverengi tonları iyi seçim olur,tabi ten rengi ve giydiklerinizi de göz önüne almalısınız. Mavi jeans ve Zara'da düzgün modeller bulabilirsiniz.
İşte Sonbahar modamız böyle. Kış başlarken bir de kış tavsiyeleri veririz...
Not: böyle giyinmeniz sonucunda hayatınızda köklü bir değişim olacağı garantisini vermiyorum:)
13 Eylül 2008 Cumartesi
In Case
Ukrayna'da geçen bu film,şaşırtıcı bir şekilde insanı oralara gitmeye teşvik ediyor. Amerikan filmlerinde yabancı ülkeler,özellikle eski doğu bloğu ülkeleri,pek iç açıcı gösterilmez,film bu açıdan ezberin dışına çıkıyor.
Milli yüzük taşıyıcımız,bu filmde yine yüzüklerden kurtulamamış ve ilginçtir ki,yine bir görev,yine bir yol öyküsünün içinde... Kendisine eşlik eden ve tam anlamıyla şahsına münhasır bir karakter olan Alex'i Gogol Bordello'dan tanıdığımız Eugene Hutz canlandırmış. Hiç fena değil!
Film bize yıllardır alıştığımız "ikinci dünya savaşı ve yahudiler" temasının ötesinde birşey sunmuyor aslında,ama bu konuyu öyle ustalıkla işliyor ki,Sophie's Choice'den Schindler's List'e,LA Vita é Bella'dan The Pianist'e 30-40 yıldır bize sunulan,sitem ve şikayet dolu ve artık giderek "desensitize" olduğumuz formatın dışına çıkıyor ve anlatmak istediğini tepki uyandırmadan kafamıza sokuyor. Ayrıca yukarıda saydığım ve benzeri onlarca film gibi hikayenin tamamını Avrupanın ikinci dünya savaşı öncesi ve sonrasında yahudilere karşı takındığı tavır oluşturmuyor. Bu hususta film,muhattaplarına "Geçmiş,geçmişte kaldı ve artık bu konuda yapabilecek birşey yok" mesajını verirken,zamanında yapılan kıyımın,kayıpların artık üstesinden gelindiğini ve artık zamanın,geçmişteki bağları bulma,zamanında yapılan iyiliklerin hakkını ödeme ve bir nevi "hasar kontrolü" zamanı olduğunu anlatarak köklere dönüş çağrısı yapıyor.
Filmin cismen kendisine dönecek olursak,En sevdiğim iki karakter kesinlikle Büyükbaba ve köpeği Sammy Davis Jr. Jr. derim. Ayrıca birkaç noktaya işaret edip bu yazıyı bitiririm.
- Terkedilmiş ve yağmalanmış Sovyet bloklarını gören Jonathan'ın,"burada ne oldu" sorusuna gelen "Independence" cevabıyla taşı gediğine oturtmak istemişler. Lakin o taş biraz baş ağrıtıyor yahu! Tamam,sovyetlerden kurtuldunuz belki ama,kafada Kangol şapkası,çalan Amerikan marşı,Amerikan eğlence kültürü hayranlığı ile "independence" cevabı pek bir samimiyetsiz duruyor. Ukrayna'nın Turuncu "devrim"i,NATO üyeliği çabaları,ekonomik ve lojistik eğilimlerindeki "independence" tınılarından hiç bahsetmiyorum! Aslında sadece Ukrayna'yı ilgilendiren bir durum değil. Polonya,Çek cumhuriyeti,Romanya,Estonya... Neredeyse bütün demir perde ülkelerindeki soğuk savaş sonrası gelen değişimden bahsediyorum. Eğer "independence" kutup değiştirmekse,nasıl bir "independence"dir bu acaba?
- Klasik Rus ve hatta baltık mutfak kültürünü burada görüyoruz,etsiz yemek düşünülemez! Et ve patates,ve tabii bir de ilginç çorbaları... Sevemedim,sevemiyorum!
- Alex'in 30 kelimeyle sınırlı ingilizcesi! distressed,premium,lovely ve possible kelimeleri kişisel favorilerim.
- Köpek! O köpeği Pazartesi masamda istiyorum!
12 Eylül 2008 Cuma
Reality Bites
Bütün bu yukarıdakilerin yanısıra belki de filmin ana dinamiğini,iki ana karakterimiz olan Lelaina ve Troy arasındaki bol gerilimli aşk hikayesi oluşturuyor. Ben Stiller filmi yönetmekle kalmayıp,Lelaina ve Troy arasına girecek,İyi çocuk Michael karakterini de başarıyla oynamış. Tabii Ethan Hawke'ın en iyi performanslarından biri olan,sorunlu,depresif,filozof/müzisyen ve yakışıklı Troy karakteri karşısında maça 1-0 geride başladığını belirtmek lazım.
Filmi,Ortalama bir romantik komedi'den ayıran özellikleri; zekice yazılmış derin diyalogları,Ethan Hawke ve Winona Ryder'ın mükemmel oynadıkları ana karakterlerin yanısıra,Janeane Garofalo ve Steve Zahn'ın yan rollerde kendilerini ezdirmemeleri ve tabii ki Soundtrack olarak seçilen harika şarkılarıdır.(Ethan Hawke'nin I'm nuthin performansı ve Lisa Loeb'in Stay'i kişisel favorilerimdir)
- Troy'un,Lelaina'ya beraber geçirdikleri gecenin sabahında kaçmasının sebeplerini anlatırken: "You can't navigate me. I may do mean things, and I may hurt you, and I may run away without your permission, and you may hate me forever, and I know that scares the living shit outta you 'cause you know I'm the only real thing you got."
- Troy'dan ayar üzerine ayar almaktan bıkan Michael'in: "Have I stepped over some line in the sands of coolness with you? Because excuse me if somebody doesn't know the secret handshake with you." serzenişine Troy'un: "There's no secret handshake. There's an IQ prerequisite, but there's no secret handshake." cevabı
- Ünlü,"you, me, a coffee and a little conversation..you, me and five bucks" repliği. Düşününce gerçekten bazen küçük şeyler yetebiliyor insana. Birer kahve ve güzel küçük bir sohbeti paylaşmanın keyfini başka birşeyde bulmak zor olabiliyor.
Son olarak filmi izleyip beğenen birinin mutlaka buradan soundtrack albümünün şarkı listesine bakıp sonra o şarkıları teker teker edinmesi gerektiğini söylüyorum.
Top 5: Aşklar
Aşk... Herkesin ağzında sakız,konuşulan,dinlenen,izlenilen her iki şeyden biri direkt aşk diyor diğeri de bir şekilde refere ediyor adeta. Bu durum beni de aşk üzerine düşünmeye sevk etti açıkçası,hayatıma şimdiye kadar giren o kadar insandan hangileri için "aşık oldum" derdim? diye düşündüm ve böyle bir liste yapmaya karar verdim. Aralarından bazılarının ulaşabileceğini düşünerek,aslında nerdeyse hiçbiri okuyamaz ama,Definitely maybe havasında,her biri için bir rumuz ve google'dan bulacağım ve onu en fazla andıran birer fotoğraf koymaya karar verdim. Kronolojik sırayla gidiyoruz ve işte başlıyoruz.
Bir numaralı "Aşk'ım" 5 ve 7 yaşlarım arasını kapsar. Haliyle çok az hatırlıyorum,konuyla ilgili bildiklerimin çoğu da annemin ve onun annesinin anlattıklarından ibaret. Buna annesine "Işıl gelsin,arka bahçede oynayalım" demiş olmam da dahil. O yaştaki sosyal çevrem olan apartmanın çocuklarından biriydi. Hayal meyal "bir kere opeyim" diyerek peşinden koştuğumu hatırlarım. sonra okul başladı. Aşkım nefrete dönüşmüş olacak ki kendisine servis hayatını zindan etmeye başladım,babası bir gün gelip beni korkutunca vazgeçtim:) Liseye kadar aynı okuldaydık,en son üniversitedeyken aynı şehirde okuyan,çok yakın bir arkadaşımla beraber olduklarını öğrendim. Ama yürümedi üzüldüm,çok güzel olurdu devam etseydi.
2- Güz
Listemizin iki numarası ilkokul birinci ve ikinci sınıf periyoduna damgasını vurmuş bir insan. İlkokul'un başlaması yeni insanlar ve yeni aşklar demekti ve çok geçmeden ben de bu yeni aşklardan payımı alacaktım. Evet thriller girişimizi de yaptık. Neyse "güz",tayin çocuklarından biriydi,babası doktordu belki mecburi hizmeti için gelmişlerdi, Tenefüslerde bahçede yakalamaca oynamakla başlayan ilişkimiz,biz ne olduğunu anlamadan Güz'ün her fırsatta beni yanaklarımdan öpmeye başlamasıyla fırtınalı bir aşka dönüşmüştü:) Üstelik bunu derste,çevrede insanlar varken de yapıyordu ve ben en bilindik tepkim olan kızarmayla bu öpücüklere cevap veriyordum. Bana her fırsatta ufak hediyeler falan alırdı. Kader bizi babasının çıkan tayiniyle ayırdı:( Uzun süre etkisinden çıkamamıştım,gidişinin. Rüyalarıma girdi bir süre. Öyle gitti,Güz ve ben yarım kaldım. Sonra facebook diye birşey çıktı. Yok heyecan yapmayın,aramadım bulmadım...
3- Kübra
Üç numaramız yine ilkokuldan. ilkokul 4'ten sonra okul değişmiş,yeni ortam yeni arkadaşlar,yeni sıra arkadaşları. İşte en yenisi,Kübra. Herşey bir din dersinde başlamıştı. Hoca,o zaman öğretmen derdik,birşeylerden bahsediyor o sırada ben kübrayı güldürüyorum. Gülünce daha güzel olduğundan daha fazla güldürmeye çalışıyorum. En sonunda iki şey oluyor. Kübra,gülme krizine giriyor ve ben hayatımda yediğim en acıtıcı tokatlardan birini yiyorum öğretmenden. Çok geçmiyor bir ders sonu bana kağıtla bir mesaj geliyor,komik birşey,o yazmış. Ben de aniden kağıda "seni seviyorum" yazıyorum. sonra işte dersaneye beraber gidip gelmeler,bahçede dolaşmalar... O zamanki aklımızla "çıkıyoruz". Sonra araya Anadolu lisesi sınavı giriyor,farklı okullara dağılıyoruz. Yıllar sonra ÖSS öncesi girdiğim son deneme sınavlarının birinde görüyorum onu. ön sıraların birinde oturuyor. Ben birşey demiyorum,sonra yoklamada ismim okununca sıçrayıp arkalara bakınıyor ve "naber,nasıl gidiyor" temalı konuşmalardan yapıyoruz... Sonra facebook denen birşey icat ediliyor,biz orada birbirimizi arkadaş listesine ekliyoruz,arada konuşuyoruz vs.
4- Helin
Yıllar geçiyor,lise yılları,hatta bitmekte olan lise yılları... Helin,ilkokul öğretmenimin kızı,yıllardır bir şekilde aynı sınıfa düşmüşüz. Bazen pek anlaşamamışız,bazen en yakın arkadaşlar olmuşuz ama hep birbirimizin hayatında olmuşuz. Lisenin son iki yılında daha iyi anlaşma trendindeyiz. Müzik konusunda anlaşamıyoruz bir,ben sözler daha önemli diyorum,o melodi diyor... Ona o sıralar edindiğim kızarkadaşlarımı anlatıyorum,tavsiye alıyorum. Evlerimiz çok yakın,okula dersaneye beraber gidiyoruz... Bir gün kendimi ona yıllardır hep aşık olduğuma inandırıyorum,ya da o aralar gerçekten buna inanıyorum ve böyle hissediyorum. Ona özel bir ilgi göstermeye başlıyorum ama hiç açılmıyorum. En sonunda mezuniyet balosunda,alkolle daha evvel pek deneyimleri olmayan vücudumu şarapla stimüle edip onu dansa kaldırıyorum ve oracıkta anlatıyorum neler hissettiğimi. Sonuç: Başarısız. Sonra ÖSS oluyor,onun bir daha sınava girip(bölge birincisi olacağı) benimse şehri terkedip üniversiteye başlayacağım anlaşılıyor. Ben giderken,gittikten sonra bir kaç defa daha deniyorum. Kafamda onun da aşkıma karşılık vereceği,gireceği ÖSS'de benim yanıma geleceği ve sonsuza kadar mutlu olacağımız düşünceleri var. Tabii ki bunlar olmuyor. Denemelerim hep sonuçsuz kalıyor. Travmatize oluyorum bir süre,sonra atlatıyorum ama itiraf etmek gerekirse sonra yaşadığım her ilişkide bu travmanın gölgesini görüyorum. Onu en son görmem 2003'ün karlı bir sevgililer gününde oluyor ve sonra o da,muhtemelen bir daha girmemek üzere,hikayemizden çıkıyor.
5- Sofia
Üniversite yılları,kışları deliler gibi ders çalışılan,yazları Avrupa'ya gidilen yıllar. Polonya ile başlamışız Avrupa serüvenine. Varşova'da staj yapıyorum. geniş bir grubumuz var. İlk günden o çarpıyor gözüme,rahat tavırları ve güzel yüzüyle kanım çok ısınıyor bu İtalyan kıza. o zaman henüz 19 yaşında tazecik bir delikanlı olan benden 4 yaş büyük ve bana ilgi gösteriyor. Grubu atlatıp gittiğimiz şehirleri keşfe çıkıyoruz,romantik yapılar,soğuyan havada paylaşılan ceket,yağmurda sığınılan küçük bir kafe. İki "yabancı"nın,yabancı bir şehirde anadillerinden farklı bir dille anlaşmaları,bunlar ilginç geliyor. Bir gece yine gidilen iğrenç bir mekandan,grup atlatılarak adeta kaçılıyor. Varşova'nın Stare Miasto'su geziliyor. Yakınlaşılıyor,bir otobüs durağında eski püskü bir İkarus'u beklerken öpüşmeye başlanıyor. Kalan günlerin bütün saatleri beraber geçiriliyor. Eve dönülünce telefonlarla internetle bir yıl kadar sürdürülmeye çalışılıyor,dil öğreniliyor,planlar yapılıyor... İşin ironik yanı ise ertesi yaz akıcı bir İtalyanca ile İtalyaya gittiğimde aramızda bir kaç yüz kilometre olmasına rağmen görüşmememiz olur. Sebepleri düşündüğümüzde,üçüncü bir dille yürütülmeye çalışılan aşkta tercümede kaybolan birçok şeyin olması,farklı şehirlerden bile ilişki yürütemeyen milyonlarca örnek olmasına rağmen,farklı ülkelerden ilişki yürütme inadımız ve benim italya'da tanıştığım bir İspanyol geliyor aklıma:) Sonra 5 numara'mız da tek yön olan hayatımdan çıkan yola giriyor ve gözden kayboluyor...
Hazır Top 5 olayına girmişken,High Fidelity ve onla ayırmadığım Reality Bites ile ilgili birer yazı yazmak gerek...
11 Eylül 2008 Perşembe
Granada
Neyse konuyu çok dağıtmayalım. Granda,İspanya'nın güneyinde küçük bir şehir. Çok sevdikleri Sierra nevada şehri çevreliyor. neredeyse 6 asır boyunca arap yönetimi altına girmiş ve şu anki kültürel mirasının neredeyse hepsini arap kültüründen alan bir şehir.
Şehir merkezi,Klasik bir Endülüs şehri gibi sıkıcı. Yeni kısmında Granada'lı şair Lorca'nın evinin çevresine güzel bir park yapmışlar. Lorca'yı çok seviyorlar. Eski katolik kısmının çok bir güzelliği yok,Bir iki güzel felafel yapan yer var onun dışında gece meydanda oturup diğer turistlerle kaynaşmak mümkün lakin dışarıda içki içmenin cezası 50 euroyken,garip bir espri anlayışı olan belediyenin, yani ayuntamiento de granada'nın üzerinize sıktığı suyla üşürken kaçışmanın değeri paha biçilmez olabiliyor.
Şehirdeki kültürün arap domine olduğundan bahsetmiştik. Önemli iki yer ortaya çıkıyor. Birincisi ispanyolca'da ara mahalle hatta bazen gecekondu manasına gelen barrio'su. bir tepeye inşa edilmiş,herbiri neredeyse sanat eseri güzelliğinde olan,beyaz ve küçük evlerden,dar taş sokaklardan oluşan bu mahalleyi gezerken yokuş yukarı çıkmanız gerekiyor. Bu gezi yorucu olsa da sonundakim mükafatı büyük! Seyir teraslarından bütün şehri,elhamra sarayını,nehri,yıkık ve sağlam köprüyü görebiliyorsunuz. Biraz dinlenip bir kaç panaromik fotoğraf çekmek şart.
1-saat 09:30'da kapılar açılırken,saat sabah 5'te bile geldiğinizde uzun süre bekleyeceksiniz,kuyruk inanılmaz uzun,çünkü özellikle italyan turistler geceden gelip kamp kuruyorlar.
2-Öğleden sonra bu açıkhava müzesininin büyük bir kısmı kapanıyor. kapanmasa bile karasal bir iklime sahip granda'da ağustos öğle sıcağı altında gezmek çok iyi bir fikir değil. yani bu devasa alanı 3-3,5 saat içinde tamamen gezmeniz lazım!
3- Maddiyat. giriş ücreti,audio guide-kesinlikle alın. Cimrilik yapıp almazsanız,sadece ağzınız açık sağa sola bakarsınız.- içeride yediğiniz içtiğinizle 30 euro'yu gözden çıkarın.
4- Ulaşım. Az sayıda toplu taşıma aracı işliyor. Gelenler de inanılmaz bir hızla doluyor. yani büyük bir ihtimal çıktıktan sonra,pek de yakın olmayan merkeze yürümek zorunda kalacaksınız.
Son olarak yemeklerden bahsedelim. Tapas'ın en güzel olduğu şehir derler,Granada için. Tapas barlarını överler ama ne yazık ki Tomas'ın annesinin güzel ve bol porsiyon yemeklerini yedikten sonra değil tapas yemek,birşeyler içecek halim bile kalmadğından,hiç test etme şansı bulamadım. Ama sırf ben orada olduğum için hep yerel yemekleri pişiren "Maria teyze" sayesinde karidesli paella,iki çeşit gazpacho,jamon ve peynirlerini tatma şansım oldu. Keramet belki aşçıdaydı ama şehrin geri kalan kısmı da böyle güzel yemek pişiriyorsa,Granada'nın yemek konusunda da oldukça tatminkar olduğunu söyleyebilirim...
Kara Kitap etkili katastrofik gelecek senaryoları I
6 senede çukurlaşmış göz küreleri,uzunca bir burun,gelmiş bir traş... Her gün onlarca kez yüzümü görmeme rağmen,hayatımda ilk defa bu kadar anlam doluydu yüzüm. Uzun süre baktım,o anlamı anlamaya çalıştım. Anlayamadım... Birşey söylemeye niyet edip tam söz sırası geldiğinde unutmak gibi bir his oluştu,o insanın içini kemiren histen. Halbuki belki de ilk defa yüzümdeki harfleri görmeye bu kadar yakındım.
Yüzümdeki harfleri görüp,okuyabilmek neden önemliydi? Ne anlayacaktım? Bunun cevabını o harfleri okumadan öğrenemeyeceğimi biliyorum. Ama ne görmeyi umduğumu biliyorum. Geçmiş yaşandı,şimdi ise yaşanıyor. Benim asıl merak ettiğim şey,gelecek...
Yüzümdeki harfler bundan 5 yıl ve hatta 10 yıl sonra nerede olacağımı anlatacak,Sanki onları okuyabildiğimde neler yapacağımı,kiminle nasıl bir hayat süreceğimi öğreneceğim gibi geliyor bana.
Belki o harfler bana küçük bir kasabada bir gelecek hazırlıyor. basit bir hayat... günde 10 hastamın olacağı bir sağlık ocağı,çıkışta beni bekleyen boş bir ev,ailemle aramda yüzlerce kilometre. Belki mutlu bir hayatım olacak sabah 5 hastaya bakıp erken bir öğle yemeğine çıkacağım,şehrin/kasabanın en çok sevilen ufak lokantasında karnımı doyurduktan sonra esnaftan ya da memur kesiminden arkadaşlarımı göreceğim,kahve içip tavla oynayacağız beraber,ya da arada yemek sonrası berbere gidip tek kullanımlık sohbetlerden edeceğiz belki de... Erken başlayan öğle tatilimi biraz daha uzatıp öğleden sonrası için bekleyen hastalarımı biraz sinirlendireceğim,beni beklerken kendi aralarında hoşnutsuz ifadeler sergilerken bana bunu yansıtmayacaklar. Öğleden sonraki hastalar bitince yine bu herkesin birbirini tanıdığı ufak kentte biraz muhabbet,biraz kahve ya da rakı yoldaşlığı yapacak çoğunluğu benden büyük dostlarımla,akşam haberlerini izleyip memleketi kurtaracağız belki de. Muhabbet de rakı da bitince,yalnız ve iklimi sert bu memleketten fazlasıyla nasıbini almış soğuk evime döneceğim. Bilgisayar başında hiç gitmeyeceğim gezilerin planlarını yapacağım,maliyetlerini çıkaracağım. Soonra annem arayacak,nasıl olduğumu soracak,evlenmem gerektiğini ufak bir iğnelemeyle hatırlatacak. Şanslıysam internette üniversiteden arkadaşlarıma rastlayacağım onlar kendi hayatlarını bana anlatacak,sıra bana geldiğinde vaktin geç olduğunu,uyumam gerektiğini bahane edeceğim. Ben sonra gecenin biraz daha ilerlemesi için bilgisayar başında oyalanacağım,yatağa girdiğimde artık uzmanlık yapmaya karar vereceğim her gün olduğu gibi ve ortalama uyku sürem olan 6 saat boyunca devam edecek kararlılığımla uykuya dalacağım,bir sonraki günün rutinine başlamak için.
Bu rutin böyle devam ederken bir bakacağım ki hayatıma nerden girdiğini anlamadığım bir karım olmuş ve hatta aynı yerden girdiği muhtemel çocuklarım... yeni dertlerim onların dersleri,sevgilileri,arkadaşları,ergenlikleri,gitmek istedikleri konserler,tayinler sonrası yeni çevrelerine adaptasyonları olacak. Yeni hayat bunlardan ibaret olacak belki de benim için...
Sonra yine milyonlarca aynaya bakıştan sonra bir gün aynaya baktığımda buruşan yüzümde belirginleşen harfleri seçeceğim ve okuduğumda aynen bunları göreceğim. Belki son aynaya bakışım olacağı için yüzümü okumayı başarabileceğim ve yüzümdeki son harfi okuduğumda bu hayattaki hikayemin sonuna gelmiş olacağım...
10 Eylül 2008 Çarşamba
Scalinata della Trinità dei Monti
Anglo saksonların deyimiyle the spanish steps,ya da bizim bildiğimiz İspanyol merdivenleri. Roma 'da Piazza di Spagna meydanında ikamet eden bu merdivenler 1723-25 yılları arasında inşa edilmiş,tarihçesine girip,sanat tarihi dersine çevirmeden toparlayacak olursak tam 138 basamaktan oluşan merdivenler(saydım!) sizi Trinità dei Monti kilisesine çıkarırlar. Bu kilisenin her yıl nerdeyse restorasyonu vardır ki 2005 yıllında benim çektiğim fotoğraflar ve 2007'de giden arkadaşım Y.'nin çektiği fotoğraflar(bir tanesi aşağıda) da saçma restorasyon brandalarına kurban gitmişlerdir.
Gündüz pek bir çekiciliği yok diyebilirim,bahar aylarında giderseniz ortasındaki peyzaj ilginç gelebilir ama roma'nın kavurucu temmuz sıcağı,ne çiçeğe ne ota izin verir,ve gündüz gittiğinizde kuru merdivenlerle tepesinde brandalarla kaplanmış kiliseden başka birşey göremezsiniz. Branda kısmı benim şanssızlığım olabilir.
Musallat olan bir kaç sarhoşa ve egzoftalmus simülasyonu yapıp kızları korkutan afrikalı göçmene uymazsanız ve kavga etmezseniz(Etmeyin,gerek yok geceniz rezil oluyor),güvenli sayılır merdivenler,Roma'da sokakta sabahlayacaksanız(ki giderseniz mutlaka yapın!),saat 4'e kadar burada oturabilirsiniz. Uyursanız carabinieri tekmeyle uyandırabilir. Sabah 4'te belediye gelip merdivenleri yıkar,o zaman kalkmak zorunda kalırsınız.
9 Eylül 2008 Salı
Wristcutters:a love story
Eugene gibi sağlam bir dost ve Mikal'ın güzelliği. Ve nihayet "gülümsemek"
ve sonsöz: alternatif dünyalara bayılıyorum...