12 Ağustos 2012 Pazar

Hamburg

Onceki gezinin yazilari tembelligimden yarida kaldi. Su an yeni bir yolculugun ortasina geldim bile. Donunce bir yolunu bulup oncekileri hemen bitirip, yenilere gecmem lazim. O zamana dek bir kac gun daha kalacagim Hamburg'dan bir kare gondermekle yetiniyorum...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Amie


Bira yasağıydı falan derken Damien Rice performansı geri planda kaldı. Gerçi ben kalmaması için twitter'da elimden geleni yaptım ama olsun, buradan da yazayım...

Söylenecek fazla söz yok aslında. Mükemmel bir performanstı. Tek başına gelmişti ancak sahneyi öyle doldurdu ki, başka enstrümana gerek de kalmadı. O albümünün neredeyse hepsini; B-side'lardan The professor ve Woman like a man'i, 9 albümünden ise sadece Elephant ve 9 Crimes'ı çaldı.(yanlış hatırlıyorsam düzeltin)

Tek içimizde kalan Cheers Darlin'di. Halbuki Tişörtümüzü giyip, hazırlıklı da gelmiştik... O da bir sonraki sefere artık.

Bu da Amie. Videonun başında elim mikrofonu kapatmış ama olsun. Oradaydım ve bu video da onu hatırlatsın diye  hep burada olacak.

3 Temmuz 2012 Salı

Blogu kötüye kullanma postu #2

Burayı takip ediyorsanız biliyorsunuz müzikle uğraştığımı. Hatta daha evvelden ders almak  istediğimde de blogumu kötüye kullanmıştım ve işe yaramıştı. 

Evde kayıt güzel bir şey. Bütün enstrümanları, vokalleri yapmak da iyi, ancak bir yere kadar... Madem resmen İzmir'deki son yılıma girdim, öyleyse neden en azından bu son yıl tekrar müzikle uğraşmayayım ki?

Uzun lafın kısası; belki bana yardım edersin diye yazıyorum sevgili okur. Artık birileriyle stüdyoda falan prova yapmak, gitar çalmak, şarkı söylemek istiyorum. Bu sen olursun, ya da birilerini arayan arkadaşların olur farketmez. 

Bana nasıl ulaşacağını biliyorsun

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Jeremy



Pearl Jam'i de canlı izlemiş bulunduk, listeden birini daha çıkarabiliriz. Sahneye uzak olsam da, çekerken ellerim titremiş olsa da, oradaydım. Önemli olan sadece bu.


Yola dair yazılar ise çok kısa zamanda, sırasıyla gelecek...

24 Haziran 2012 Pazar

Guncellemeler 22: on the road

**Uzun sure oldu yeni bir sey yazmayali. Hem az hem nadir yazmaya basladim... Havalar soguyunca duzelir. Her zaman oyle oldu cunku. En son kisin bir guncelleme yazisi yazmisim, bakalim o zamandan beri neler olmus.

**İhtisasin son yilina giriyorum. Gelecek yaz uzmanligimi almis olacagim. Ne zamanin ne kadar da cabuk ilerlediginden, ne de mecburi hizmet ve diger senaryolardan bahsedecegim simdi. Onlarla ilgili uzun uzun yazacagim zaten.

**Son yilima girmem demek, daha az is yuku cok daha az nobet anlamina geliyor sevgili okur. Gecen yaz 11 nobet tutarken simdi sadece 2 tane hafta ici nobeti tuttugumu soylesem ne demek istedigim daha iyi anlasilir. Evet, artik butun haftasonlarim bos, ama tembel adam, hala tembel adam...

**30'uma yaklasirken basladigim seyler arasinda anime izlemek var. Gurur duyarak mi, utanarak mi anlatsam bilemedim, ama cok guzel vakit gecirdigimi soyleyebilirim. Ogrendigim japonca kelimeleri toplum icinde mirildanmasam daha iyi olacak gerci...

**Aslinda bunlari, havaalaninda, telefonumdan yaziyorum sevgili olur. Birazdan tatile cikiyorum. Burayi takip ediyorsaniz, tatilin ayni zamanda bir suru tatil yazisi anlamina geldigini de biliyorsunuzdur. Cok orijinal bir plan yapmadim bu kez. Gecen yil gittigim Rock Werchter'e tekrar gidiyorum mesela, Pearl jam'i dinleyecek olmam bana gecen yil bu festivalden sonra ettigim butun buyuk laflari unutturdu. Elbette artik bir klasik olarak amsterdam da mevcut planim da. Bir de arada birkac gunluk Budapeste... Detaylari burada okuyacaksiniz nasil olsa.

**Tatil sonrasi İzmir'de final sezonu basliyor. Ben, Asimov ve her tatil oncesi verdigim kararlarim yine buralarda olacagiz. Neler olup bitecegini burdan takip edersiniz...

22 Mayıs 2012 Salı

Gri limanlar


Stephen King, Kara kule serisinin sonunda, hep sonlarla ilgilenen acımasız okurlardan "Sizler yolculuğun keyfinin yolculuğun kendisinde değil de varış noktasında olduğuna inanan talihsizler, sizler yorgun karakterlerin dinlenmeye çekildiği Gri Limanları reddeden zalimlersiniz." diye bahsediyor.

Hiç bir zaman sonları sevmedim. İyi de, kötü de bitse hiç bir son beni mutlu etmedi. Okuduğum uzunca seriler, sezon sezon diziler... Bağ kurduğum hiç bir şeyin sonunu görmek istemedim. Çıktığım uzun yolculuklarda en çok ara durakları sevdim. Bazen 5 saatlik tren yolculuğu, gideceğim istasyonun kendisinden daha çok heyecan verdi.

Bazen yararlı aslında sonlar, zira bir şeyleri paylaşan insanlar birbirlerini gerçekten en sonda tanıyorlar. İlişki müessesesi beklentiler üzerine kurulmuşken, bu beklentiler bazen insanları mutsuz edip çileden çıkarmaya yetiyor. İnsanlar kendilerine yalan söyledikleri sürece mutsuz, ummaya devam ettikleri sürece ise sefil oluyorlar. Bu sefalet ve hüzünle başa çıkamadıkları o uzun yolun sonuna geldiklerinde ise çirkinleşiyor, gerçek yüzlerini gösteriyorlar. Geriye yolun kendisi değil de o, kargalarla dolu, yararlı ama kekremsi son kalıyor.

O yüzden hep yolculuklarımı hatırlıyorum sevgili okur. Tren camının soğukluğu, uçak penceresinden içeri dolacakmış gibi gelen beyazlık geliyor aklıma yolculuk deyince. Yolun kendisi, hiç bir sona ulaşmaksızın...

3 Mayıs 2012 Perşembe

Evler


...ve adam sürüklenmeye devam etti. Rüzgar nereye götürdüyse oraya gitti. Elinden kim tutup çektiyse, kendini orada buldu.

Kendi evinin rahatlığını, koltuğunun konforunu aradı, ancak başkasının evinde kalmak daha kolaydı. Ne de olsa bir evden gidebilmek, bir başkasının evinizden gitmesini beklemekten daha az gerginliğe neden oluyordu . Bu nedenle farklı kokuları olan farklı evlerde uyudu. Yerin dibindeki ve en temiz şeyin kedi olduğu evden kendini kirlenmiş hissederek çıktı. Dikine uzanan binalardaki körfez manzaralı evin semtinden ve temsil ettiği her şeyden tiksindi. Dağınık öğrenci evlerindeki çarşafsız yataklarda dizleri ve dirsekleri yara oldu. Üçüncü kişilerin evlerindeki rahatsız kanepeleri paylaştı...

Sürüklendi. Sürüklendikçe içindeki boşluk büyüdü, kendinden uzaklaştı. Sürüklendikçe her şey anlamsızlaştı. Hissizleşti. Bütün hislere yukarıdan bakmaya başladı. Çevresindekilerin ilişkilerini küçümsedi. Hiç bir beklentisi olmadığı insanların bulduğu diğer insanlara ve onların paylaştığı şeylere kulplar taktı. Aşk acısı çekenlere güldü. Yaşanan heyecanlara anlam veremedi.

Alıştığı hayat tarzını sürdürebilmek için işine gidip geliyor, kazandığı parayla da dönüşümüne yatırım yapıyordu. Dönüşümü, duyularına ve ihtiyaçlarına hizmet eden bir varlık olma yönündeydi.  Adam her şeyin farkındaydı ve olanı biteni yine o ilgisiz gözleriye izliyordu.

29 Nisan 2012 Pazar

Tüberküloz


...devam etmeden önce biraz önce yaptığım eylemi düşündüm. Elimdeki sigaradan uzunca bir nefes çekmiştim. Yaşım 30'a yaklaşıyordu ve ben yeni yeni sigara içiyordum. Sigara içtiğim her an aslında sigara değil de djarum içtiğimi düşünerek kendimi kandırıyordum. Demek insanlar sigaraya böyle başlıyorlardı. Bir süre boşluğa baktıktan sonra konuşmaya başladım.

"Aslında bu tüberküloz hastalığı gibi. Tüberküloz bakterisi de akciğere girdikten sonra vücut kendini korumak adına, akciğerde tutulan yerin çevresine duvarlar örer. Aslında o hastalık hep oradadır, vücut onu yenemez, bağışıklık sistemimiz onu yok edemez, onun yerine çevresini dokularla kaplar ki, başka bir yere yayılmasın. O duvarlar içinde dahi bazen bu hastalık alevlenir, belirli aralıklarla orada olduğunu belli eder. Adeta kendini unutturmak istemez. Üzerinden dekatlar geçse dahi çekilen bütün röntgen filmlerinde o odak görülür. Kimin, zamanında zamanında bu ince hastalığa yakalandığı belli olur.

Aslında benimkisi de böyle. Çok erkenden, kendimi savunmayı bilemezken edindiğim yaşadığım bu hayalırıklığı bünyemde aynı etkiyi yarattı. Bu reddedilmeyi yenemedim. Bünyem, onu yok etmek yerine çevresine duvarlar örerek hapsetti. Arada bu duvarlara rağmen O'nun orada olduğunu hissederek acı çekiyorum. Üzerinden yıllar, on yıllar dahi geçse de içime bakan biri bendeki o hastalıklı odağı her zaman görecektir. Ben de buna sahip olduğumu bilerek yaşamaya devam edeceğim. Daha önce çimentodaki izler örneğini vererek anlatmıştım. O çimento beni meydana getirirken bu izler oluştu ve kuruduktan sonra artık yapacak bir şey kalmadı."

Büyük bir ciddiyetle anlattıklarımı dinledi. Beni anlıyordu. Benim kim olduğumu biliyordu. Birbirimizin neler istediğini biliyorduk ve bu istediklerimiz uyuşana dek görüşmeye devam edecektik. Elbette bir gün, artık isteklerimiz uyuşmamaya başladı.

Bu hep olurdu, bir daha olmaması için de bir sebep yoktu...

26 Nisan 2012 Perşembe

October Swimmer Köklere Dönüş: Diyarbakır

20-23/04/2012, Diyarbakır

Hastaneden kaçarcasına havaalanına gittim. Uçaktan indiğimde saat 7'yi geçiyordu ve ben neredeyse 3 yıl sonra tekrar Diyarbakır'a dönmüştüm. Ablam ve küçük yeğenim beni havaalanından aldıktan sonra 4 gün sonra aynı yerden çıkmak üzere şehrin içine daldık.

Diyarbakır'a en son 2009 yılında, Ergani'nin bereketli köyündeki 3 aylık mecburi hizmetim için gitmiştim. İzmir'e ihtisas için geri döndüğümden beri şehrim orada, uzaktaki memleketim olmaya geri dönmüştü. İki gün arayı kapatmakla, Bir yıla yakın bir süredir tekrar oraya yerleşen Kirve'yle vakit geçirmekle geçti. Elbette 3 yıl önce müdavimi olduğumuz Beyaz Kafe'yi de unutmadık. Üçüncü gün ise İzmir'de müdavimi olduğumuz mekanın artık arkadaşımız haline gelen sahibi Okan ve eşi Aylin'e Diyarbakır'ı gezdirmekle geçti Hatta araya ufak bir Mardin gezisi bile sıkıştırdık.



Elbette işin lezzet turizmi kısmı da var. Bu kısım aklında kalsın sevgili okur, yarın yolun düşerse işine yarar. Diyarbakır'a gidersen, Postane arkasında ciğer kebabıyla kahvaltı yap. Başka günün varsa öbür kahvaltını da Hasanpaşa hanında Mustafa ya da Kadri'nin yerine saklarsın. Öğlen yemeği için mutlaka Buket Lahmacun'a git. Hayatındaki en iyi lahmacunun yanında mevsimi de gelmişe koyun yoğurdundan ayranı içmeyi unutma. Üstüne elbette Sanat sokağında Beyaz Kafe'ye uğrayıp kaçak çayını içececeksin. Nargile seviyorsan oradaki çocuklardan Mehmet ya da Emre'ye selamımızı söyle sana özel karışımlı nargileden hazırlasınlar. Akşam yemeği için seçeneklerin çok, ister Özler et lokantasına gidersin ara sıcakları mükemmeldir, servisin hızından başın dönebilir ama... Daha şık bir yer diyorsan Keyf-i Kebap'ı da seçebilirsin verdiğin paraya değer, ya da dicle nehri kıyısında on gözlü köprüye, kırklar dağına bakarak bir akşam yemeği yemek, yanında da rakı içmek istersen Erdebil Köşkü'nü seçmelisin. Gün batımını kaçırma ama... Gece otantik bir atmosfer, güzel müzikler ve içebileceğin en doğal şarap olan Süryani şarabı istiyorsan tarihi Sülüklü Han'da bir kaç saat geçirebilirsin. Hala yerin varsa Levent ya da Sıtkı ustadan künefeyle günü sonlandırırsan o zaman Diyarbakır'ın hakkını vermişsindir derim.

Herkesin ismimi bildiği şehre geri dönmek iyi geldi. Üç yıl önceki, üç aylık dönemi saymazsak 10 yıldır ayrıyım memleketimden ve bu 10 yıl içindeki küçük ziyaretlerden hiçbirinde bu seferki kadar özlediğimi hissetmedim. Hiç bu kadar ait olmadım bu dönüşlerin hiç birinde. Dönmeden bir kaç saat önce nargilemi içip sanat sokağını izlerken, temelli orada kalmak istedim. 

İzmir'deki son yılıma girdiğimden artık ayrılık fikrine alıştım. 10 yılımı verdiğim, içinde ben olduğum, kendimi tanıdığım bu şehirden ayrılmak çok zor. Neticede henüz 18'ime girmeden, bir çocuk olarak geldiğim bu şehirden, bir adam olarak ayrılacağım. Zaten ayrılık benim seçimim de değil, önümde yaklaşık iki yıllık bir mecburi hizmet daha var. Bu mecburiyet neden Diyarbakır olmasın? O mecburi hizmetten sonra Türkiye'nin batısındaki hayatımı sonlandırıp asıl ait olduğum yere neden yerleşmeyeyim ki sevgili okur?

18 Nisan 2012 Çarşamba

Sen öldün ya, şimdi ne söylesek boş


Bizim yaşlarımızda, ihtisasını yeni bitirmiş, mecburi hizmetini yapıyordu. 80 küsür yaşında, bıraksa çok yaşamayacak akciğer kanseri hastasını ameliyat etmiş. Bir şeyler yapmaya, kurtarmaya çalışmış ama kaybetmiş. Ardından hastanın 17 yaşındaki torunu tarafından takibe alınmış. Hastaların ortasında, hastanenin içinde bıçaklanarak öldürülmüş... Geriye hamile bir eş, yaşanamamış bir hayat bırakmış.

O, gününü planlarken, bir sonraki ameliyatını düşünürken, belki de doğacak çocuğuyla ilgili hayaller kurarken, populist sağlık politikaları tarafından fişeklenen 17 yaşındaki bir katil onu nasıl öldüreceğini planlıyordu ve ne yazık ki hiç bir güvenliği olmayan hastane bu cinayet için en uygun yerdi. Nasıl olduğunu anlamadan kanlar içinde kaldı...

Çocuğunun doğumunu, ilk adımlarını, okula gidişini, mezun oluşunu, aşık oluşunu... hiç bir şeyi göremeyecek. Ardından gözyaşı döken eşi ve ailesini, öfkelenip meydanlara doluşan bizleri bıraktı, ama biz ne yaparsak yapalım hiç bir şey değişmeyecek. Bu olay üzerine bundan sonra hiç bir doktor şiddete uğramayacak bile olsa o gitti. Öldüğüyle kaldı. Unutulduğuyla kalacak.

Bugün biz onun için toplandık. Yarın onun için iş bırakıyoruz. Ne var ki bu onun 17 yaşındaki bir psikopatın 6 bıçak darbesiyle alınan hayatını geri getirmeyecek.

31 Mart 2012 Cumartesi

Adam ve Boşluklu Yapısı

Saat sabaha karşı 5'ti ve ben yabancılık çekiyordum.

Gece herhangi bir cuma gecesi gibi başlamıştı. Müdavimi olduğum yerde, her zamankinden içiyor, her zaman görüştüğüm insanlarla görüşüyordum.  Sonra ne oldu bilmiyorum. Kendimi alışık olmadığım biriyle alışık olmadığım başka bir mekanda buldum. En son sürüklendiğim yer ise adeta araftı. Mekanlar ve içerideki insanlar açısından değerlendirmeye alacak olursak, final four'du, spor toto süper finaldi, play-off'tu...

Erasmus öğrencileri, gece boyunca sokakta kazandıkları üç beş kuruş parayı içkiye yatıran sokak müzisyenleri, diğer mekanlarda çalışan ve elemanlar, kendilerini nasıl orada bulduklarını anlamaya orta yaşlı bir grup ve ben... Beni oraya sürükleyen kız, garip bir şekilde dans ediyor, arada beni de yanına çekiyor; ben ise bir türlü rahat hissedemiyorum. Sarhoş değilim, aslında olsam belki her şey daha kolay olacak, ama arabamı o gece bırakmak istemiyorum, ya da arabayı bahane edip sarhoş olmak istemiyorum, bilmiyorum.

Arada ona ayak uydurmaya çalışıyorum, evet, ancak şarkılar ve danslar bana dair her şeye o kadar ters ki, mekanın içindeki aynalardaki aksim beni yargılıyor, sonra vazgeçiyorum. Eve gitmek istiyorum, eve gitmek istemiyorum. Kızla eve gitmek istiyorum, sonra istemiyorum, bir dakika sonra tekrar istiyorum. Bu anlık kararsızlıklarım hareketlerime de yansıyor, kız da bir an için anlamsızca bakıyor, ancak o kadar sarhoş ki, bunun üzerinde derinlemesine düşünmesi mümkün değil.

Bu bütün düşünceler, bir şey yapmamak, ışık görmüş tavşan gibi orada mıhlanıp kalmakla sonuçlanıyor. Böylece saat ilerliyor. gece sabaha dönüyor, gökyüzünde sıçtın mavisini görüyorum... Yine de sabahın ışıklarını bekliyorum, çıkış yazılarını görmeden sinemadan çıkmak istemiyorum.

Çünkü canım sıkılıyor. İçimdeki boşluk, olaylara aç. Miyazaki yaratıkları gibi, besledikçe büyüyor. O  boşluğu doldurmak için içeri tıktığım hikayeler ve olayların, ince derisinin altında hareket ettiğini görebiliyorum. Artık doldurmakla da uğraşmıyorum, tamamen dolmayacağını da biliyorum. Belki bir gün aşırı dolduğu için patlar ve ben o gün tekrar sıfırdan başlarım umudu benimkisi.

Ya da belki bir gün içine doldurduğum hikayelerin aynılaşmaya başladığını farkedip büyümekten vazgecer, olmaz mı sevgili okur?

17 Mart 2012 Cumartesi

October Swimmer

JJ72'yi ilk dinlediğimde lise ikinci sınıftaydım. Onlar da ilk albümünü yeni çıkarmışlardı. Bir arkadaşımın keşfettiği, siyah geri plan üzerinde sadece grup ismi yazan kasetini defalarca dinledim. Hatta yıllarca... İzmir'e ilk geldiğim yıl, belki yeni albümü gelmiştir diye, defalarca Karşıyaka D&R'a gidişimi de unutmam. Sonra çeşitli internet ortamlarında en ünlü şarkısı, October Swimmer'ı kendime isim olarak seçmem de bu, sadece bir kaç yıl piyasada kalabilmiş grubu yakın hissetmemin sebeplerinden diğeri...

Madem bu şarkıyı seviyorum ve blogun ismi bu, ve halihazırda arada kendimce yaptığım kayıtları burada yayınlıyorum, neden October Swimmer'ı kaydetmiyordum ki? Söyleyebilecek birini bulunca kayıt da ortaya çıkıverdi.

Klavye ve vokali, Sweet leaf yaparken, Gitarlar ve geri vokali ben yaptım. Ortaya şöyle bir şey çıktı.





Muzicons.com

8 Mart 2012 Perşembe

Self Portrait


-"Ben fena olurum kan görünce, dayanamam"
-"Bir şey olmaz, benim yaptığım iş bu, merak etme bir şey olmayacak."

Razı oldu. Yine de zorlama bir kabullenişti. Bakışları, duruşu, her şeyi tekinsizdi. Aynı bakışı poliklinikte, acilde rastladığım çocuk hastalarda da görüyordum. Anne-babasının zoruyla, binbir dil dökerek muayene koltuğuna oturan çocuk, "hadi ağzını aç bakalım" dediğim anda kıyameti kopartıyordu. Dediğim gibi şimdilik sakindi, ama böyle kalmayacaktı.

Aslında içimde neler olup bittiği hakkında bir fikri vardı. Ne de olsa yıllardır birbirimizi tanıyorduk. En önemlisi beni artık tamamen tanıdığını düşünüyordu. Yine de hiçbir gizlimiz kalsın istemedim. Tamamen açılmak, tepkisini görmek istiyordum, ancak böyle devam edebilirdik.

Güven verici bir gülümsemeden sonra elime bistüriyi aldım. Göğsümün en üstünden göbek deliğime kadar uzanan dik bir kesi yaptım. Bistürinin geçtiği her yerde binlerce şimşek çakıyordu. Hayatımda daha büyük bir acı yaşamamıştım, ancak yaşadığım korkunun da acıyı arttırdığını gördüm. Yine de ellerim titremiyordu, Cerrahi pratiğimin kendi vücudumda dahi işe yaradığını görmek şaşırtmıştı. O ise dehşete düşmüştü.

"Daha yeni başladık, cesur ol!" dedim ve kesiden sızan kanları sildikten sonra devam ettim.

Bistüriyi iyice bastırarak, halk arasında iman tahtası olarak adlandırılan sternum kemiğini hissedene kadar dokularımı kat kat geçmeye devam ettim. Kemiği tam anlamıyla hissettim. Hem elimin altındaki sürtünmeden, hem de bistürinin kemiğime temas ettiği andaki acıdan... Kemiğe gelince bistüriyi masaya bırakıp Kelly klempini aldım. Kaburgaları ortaya çıkarana dek yumuşak dokuları diseke ettim. Büyülenmişcesine bakıyordu, gözlerini kırpmıyordu bile.

Kaburga makasıyla, sol göğsümdeki kaburgalarımı sternuma bağlandığı yerden teker teker kestim. Her seferinde çıkan sesle irkiliyordu. Sonunda bittiğinde kaburgaları iyice sola iterek, "bak bu göğüs kafesim" dedim. Sol akciğerimi ve kalbimi gösterdim. Nerden geldiğini anlamadığım bir cesaretle kalbime dokundu. "Atmıyor" dedi.

"Bunu zaten biliyordun. Öte yandan bana dokunduğumda tenimin sıcak olduğunu da görüyordun. Evet, canlıyım karşındayım, akan kan gerçek, ancak kalbim atmıyor. Bunu her hareketimden, yaptığım her yorumdan, senle her sohbetimden anlamıştın. Yine de bunu kendi gözlerine gördüğün için dehşete düştün. Benimle ilgili fikirlerin değişti" diye cevapladım. Bana dokunduğu elinden iğrenmişcesine vücudundan uzak tutuyordu. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Uzaktan gören biri  kaçmak ya da ağlamak üzere olduğunu sanabilirdi. İkisini de yaptı.

Gözyaşlarına boğularak uzaklaştı. "Dur bari dikerken yardım et bana" diye bağırdım. Durmadı. Tek başına kapamak uzun sürecekti.


6 Mart 2012 Salı

Cancer of the Soul #2


İçimde bir şeyler öldü.

Hissedemiyorum sevgili okur. Kalp atışlarımı hiç bir şey arttırmıyor. Korku yok, heyecan yok, şevkat yok. Anlık dikkat dağınıklıkları, başka bir şey yok. Günlerin geçişini izlemekten başka bir şey yapmıyorum.

Ne zaman böyle oldum? Tam olarak söylemesi zor, ancak bu yaz bir şeyler oldu ve benim içimdeki son umut kırıntıları gitti. Değirmenlerde öğütüldüler, rüzgara savruldular. Her bir parçası bu şehrin bir yerine dağılmış. Aramak için sokakları yürüyorum, ancak gördüğüm parçalar birleşmiyor. Sokak girişlerindeki tabelalar gibi, çağrışım ve anılardan başka bir işe yaramıyorlar.

Evcilleşmek isterken, evinden kaçan ve bir daha asla geri dönemeyecek sokak köpeği gibiyim.  Sokaklar benim yeni evim. Kayıp. Çağırana gidip kendimi sevdiriyorum. Karnım doyunca tekrar sokaktaki kuytuma dönüyorum.

Ruhumda yıllar önce başlayan kanser, artık tedavi edilebilirliğin ötesine geçti. Bütün sanılarımı, hislerimi çepeçevrede sardı. O kadar yavaş ve tatlı ilerledi ki, bu güzel işgalin sonunu hissedemedim bile. Artık ruhum için her günüm son günüm. Kazanım yok, kaybetmek hiç bir zaman olmadı, ki belki problem buradaydı. Kaybetmek korkusuyla kansere karşı bütün duvarlarımı açtım. Sonuçta ilk ve belki de tek kaybedişte, bir sel gibi ruhumun bütün odacıklarını doldurdu, kanser.

Yıllar süren savaş sonunda, son masum hisler kalesi yıkıldı. Son umut şehri düştü. İçimde hiç bir kanun yok. Düzeni sağlayacak hiç bir kural kalmadı. İçimin sakinleri ve yolunda bana rastlayan bütün yolcular için kaos hakim. Ne var ki, yolcuların umrunda değil. Bu anarşiyi merak ediyorlar. Dokuz voltluk pile dilini değdirmek, bıçağın ucuna parmağını sürmek, korku fimi izlemek, dipsiz kuyuya dikkatlice bakmak gibi bir merak.

Yolcuları anlamak zor.

1 Şubat 2012 Çarşamba

The Professor



"And I walk away cause I can, too many options may kill a man."

Yürüyüp gidebildiğim için gidiyorum. Bazen istemesem dahi, bunu bilmek, gitme ihtiyacı doğuruyor.  Hep diğer seçenekleri düşünmek diğerlerinden çok kendime düşmanlık aslında. Gerçi hayat çok fazla bilinmeyenlerle dolu, o yüzden "ben neden böyleyim?" sorusunu aşalı çok oldu. Diğerlerine de suçu atmıyorum, bir ara onu da yaptım. Gitmeye devam ediyorsam, kalmak için sebebim yoktur diye düşünüyordum, lakin bunun da geçerliliğine güvenmiyorum artık. İkisinin arasında bir yerdeyim. Dediğim gibi bilinmeyenler çok.

İlginç kısım burada başlıyor. Bu çok fazla seçenek aşkıyla motive olan gitmelerim, her zaman yeni gidişlerle sonlanıyor. Birbirinin içine giren çemberler gibi... Her hikaye aynı bitiyor, ancak hikayenin tek önemli kısmı sonu mu? Acaba denklemdeki değişkenler mi değişmiyor, yoksa denklemin sabiti, ben mi çok sabitim? Bu da ayrı bir bilinmeyen bak.

O yüzden her defasında ben, diğer seçeneklerin sevdasıyla yürüyüp gidiyorum. Seçenek kelimesi seni yanıltmasın sevgili okur, çoktan seçmeli bir sınavın seçenekleri arasında seçim yapmıyorum. Sadece yürüyüp gitmek beni bir sonraki durağa götürmeye yetiyor zaten...

Aslında bazen değil, çoğu zaman gittiğim yolun alışılmışın dışında olduğunu bile bile gidiyorum. Yine çoğu zaman kestirme sevdasından yolumu zorlaştırıyorum, ama bu benim seçimim ve bir şekilde, her seferinde kendimi düzlüğe atmak için yürüyüp gidiyorum. Son bilinmeyen de burada ortaya çıkıyor. Acaba asıl ihtiyacım olan düzlük mü, yoksa bir adam engebeye da ihtiyaç duymalı mı?

Hem yanlış nedir ki?






31 Ocak 2012 Salı

Gözler

...Yolunun üzerinde kargalar vardı. Onları farkettiğinde artık çok geçti. Kargalar da onu farketmişti. Kargaları kızdırmak olmazdı. Kargalar kötü niyetli yaratıklardı. Bir anlığına yolunu değiştirmek istedi, ancak gidecek başka yol yoktu ki. Özgür irade ne yazık ki burada işlemiyordu. Geri dönebilirdi, yolun gerisi kargalardan daha beterdi. Yolun gerisi, her şeyi yeniden yaşamak demekti ve sevgili okur, her şey yeniden yaşanmazdı. Hayat, kaydedip oradan devam etmek istediğin oyunlara benzemiyordu.

Kargalar kızgındı, ortada bir anlaşmazlık vardı ve ne olduğu artık belli olmayan bir leş... Sıra gözlere gelmişti ve malesef üç karga ve iki göz vardı. Bu anlaşmazlığı görüp cesaretlendi. Belki bu karışıklıktan faydalanabilirdi. Olduğundan daha iri görünmek için göğsünü şişirdi, sesini kalınlaştırarak; "Neyi paylaşamıyorsunuz? Daha çok ceset olacak" dedi

Kargalar irkildi, üçü de ona bakmaya başladı. Kargaların yargılayıcı bakışları üzerindeydi. Bir gün kargalar tarafından yargılanabileceğini hiç düşünmemişti. Görünüşe göre her şey mümkündü. Bir ömür kadar süren yargılayıcı bakışlardan sonra kargalardan biri konuştu.

"Ortada gözler yokken biz çok iyi anlaşıyoruz. Ne zaman içimizden biri fazladan bir göz yerse, o zaman işler değişiyor. Çirkin yaratıklarız, biliyorsun. Doğamız gereği çirkinleşiyoruz. Geçmişi unutuyoruz. Daha önce paylaştığımız bütün anılar önemsiz kalıyor. Beraber uçtuğumuzu, elektrik direkleri üzerinde esen rüzgarı hissedip beraber çıkardığımız çirkin sesleri hatırlamıyoruz. Bir gün hepimize yetecek kadar ceset olduğunda yaptığımız gelecek planlarımızın, hayallerimizin bir anlamı kalmıyor. Düşman oluyoruz birbirimize. Şaşırdığını görüyorum. Şaşırma, kişisel hırsları olan tek yaratıklar sizler değilsiniz. Hatta siz bizden betersiniz, en azından biz ne olduğumuz biliyoruz. Siz kendinizi kandırarak, bir gün önce birbirinizin yüzüne gülerken, ertesi gün yoğun bir nefret ifade edebiliyorsunuz. Biz, birbirimize neler yapabileceğimizin her gün farkındayız"

Bir kargadan böyle bir bilgelik beklemiyordu. Bu konuşma sayesinde yoluna devam edebileceğini düşünerek ileri doğru bir adım attı. Karga bunun üzerine tekrar konuştu

"Hayır, devam edemezsin. Bu yolun sonrası bize ait. Buradan geçemeyeceksin. Şimdi geri dön ve yaşadıklarını tekrar yaşamaya devam et. Yeterince tekrarladıktan sonra yine buradan geçmeyi deneyebilirsin, ancak belki biz burada yine bir ceset üzerinde kavga ediyor olabiliriz. Bunu ikimiz de kesin olarak bilemeyiz."

Seçeneği yoktu. Geri döndü ve yürümeye devam etti...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Waiting for a miracle #2




Karen: Because I know what you're capable of.
Hank: Yeah, well, what if you're wrong? What if this is it for me? What if I'm just destined
to sit around and wait for the band to get back together?
Karen: You'll be waiting on a miracle.

29 Ocak 2012 Pazar

Cancer of the soul



"You have cancer of the soul. You need an operation and radiation. You have tumors everywhere. You'll die a horrible death."

Waiting for a miracle

Her şey yolunda aslında, ama bir şeyler eksik. Sonu gelmez bir anlam arayışındayım. Her şeyden birazım ama tam olarak bir şey değilim.

"Sometimes a man gets carried away, When he feels like he should be having his fun" demiş Jeff Buckley. Evet, eğleniyorum. Demiştim her şey yolunda diye, ancak motivasyon eksikliği çekiyorum. Ne olmak istediğime karar vermem lazım. Hayata tutunmam, seçtiğim şeyi sıkıca kavramam lazım. Biri ya da bir şey, bana bu isteği vermeli artık.

Belki bu şekilde devam edeceğim hayatıma, kim bilir? Emekli olana dek, aynı işi, aynı hedefsizlikle yapacağım. Poliklinikten hastaları görüp, herkesin yaptığı ameliyatları yapacağım. Hastanedeki yüzlerce beyaz önlükten biri olacağım sadece...

Bugün traş olurken genç bir yüzüm olduğunu farkettim. İstersem bu bağsız, aidiyetsiz adam olmaya uzun bir süre daha devam edebileceğimi biliyorum. Yorumsuz bir hayat, rahmetlinin dediği gibi... Beni şimdi memnun etmeye yetiyor. Asıl soru, hayatımın sonuna dek yetecek mi?

Ukalalık yaptığımı düşünme sevgili okur, ancak hayatın cömert davrandığı insanlardan biri olduğumu biliyorum. Ya da nasıl istiyorsan öyle anla, ancak bir insanın kendini bilmesi lazım. Aynaya baktığımda başarılmış bir şeyler görüyorum, bu güzel, ancak büyük resmi hala net olarak görememek, beni rahatsız eden. Bir sürü potansiyel var, evet, ancak hayatımın bu evresinde sadece neleri istemediğimi kararlaştırırken vakit kaybettiğimi düşünüyorum.

İstediklerimi elde edebileceğimi geçmişte öğrendim, ancak sıkıntı ne istediğimi bilmemekten kaynaklanıyor. Ne olmak istiyorum? Aile adamı mı, tutunamayan mı? Fark yaratmak için mi, yoksa sadece ayın onbeşi için  çalışan biri? İlgilendiği başka şeylere yönelen mi, yoksa bir kaç sene onları tamamen rafa kaldıracak olan mı?

Ya da böyle kalıplara sokmadan, hayat ne önerdiyse onu yapmaya devam mı etmek gerekiyor sevgili okur? Eğer doğru cevap buysa, ya da cevaplar sonradan ortaya çıkacaksa, ki şu an tam olarak yaptığım şey bu, böyle yaşamaya devam edebilirim ama sanki biraz daha insiyatif almak gerekiyor hayatta. Ne dersin mucizeyi beklemeye devam edeyim mi?


26 Ocak 2012 Perşembe

Midnight in Alsancak


Bazen içiyorum sevgili okur. 

İçince güzelleşirim. Cidden. Yanaklarım kızarır, ifadesizik maskem çıkar, yüzüme bir gülümseme gelir. Çakırkeyfim, keyiflidir. Kendime de çevreme de keyif veririm. Çok sık sarhoş olmam, ama sarhoşluğum ise efendicedir. Evime gider uyurum. Ertesi sabahki azap bana kalır. 

Müdavimliğimi biliyorsun, yıllardır hep aynı yerde içerim. Çoğu zaman yanımda birinin olmasına da gerek yoktur. Hafta sonu gece uzar genelde, sabaha yaklaşır hem yalnız çıkmam, ancak hafta içi çıkmışsam sarhoş olmam. Trafiğin yasal sınırıyla dans ederim, yine de kabul edilebilir bir zamanda evime gidip uyurum. Ertesi gün iş vardır.

İşte o hafta içi akşamlarının sonunda, otoparka yürürken hep aynı şeyleri düşünürüm. Yeterince uzun Kıbrıs Şehitleri Caddesini yürürken, ki İzmir'de her şey yeterincedir sevgili okur, beni bu zaman diliminden alıp götürecek arabayı düşünürüm. Acaba hangi model olurdu, beni hangi zamana götürürdü diye merak ederim.

Belki bir Impala alacak beni, '60 Village'a götürecek. Dylan, Hendrix, Simon & Garfunkel, Baez'le aynı coffeeshop'ta oturacağım. Bob Dylan'ın her geçen gün biraz daha cüretkar olmasını izleyeceğim. Dert edecek şeyler çok farklı olacak. Bir kimlik arayışı, bir sesini duyurabilme çabasına ortak olacağım.

Ya da bir '93 Mustang alacak ve Seattle'a götürecek beni. Çıktığım an üzerimdeki düz ve tek renk gömleğim birden oduncu gömleğine dönüşecek, pantolonum genişleyecek, ayakkabılarım postal olacak. Arabadan indiğim an bir bara gireceğim ve titreyek grunge'u yaşamaya başlayacağım. Herkes Eddie Vedder gibi şarkı söylemeye, Kurt Cobain gibi haykırmaya çalışıyor olacak. Öyle büyüleneceğim ki, Guns 'n Roses'ın Use Your Illusion II'si, Bon Jovi'nin Keep the Faith'i bile umrumda olmayacak. Sadece Ten ve Nevermind umrumda olacak. Hayat 90'ların o tekdüze eğlencesiyle geçecek...

Bunların yerine hep o yeterince uzun cadde beni otoparka, sonra da eve götürüyor sevgili okur. Eve varıyorum, uyuyorum ve ertesi gün başlıyor

18 Ocak 2012 Çarşamba

Çünkü yol farklıdır


Yol, yine beni çağırıyor. "Artık plan yapmaya başlamanın vakti gelmedi mi?" diyor. Hak veriyorum. Yoldayken mutluyum, herkesten ve her şeyden uzağım. Kendimden dahi...

Yoldaki ben, başka bir ben oluyorum. Burada yapmayacaklarımı yoldayken yapıyorum, biraz tehlikeli bir tip olsa da yoldaki beni daha çok seviyorum.

Yoldaki ben, tanımadığı insanlarla konuşur, hayat hikayelerini öğrenir. Kendi hayatını anlatır. Bazen sırf canı öyle istiyor diye başka hikayeler anlatır. Bir gün ülkenin doğusuna yeni atanmış bir matematik öğretmeni olur, bir gün Erasmusa gelen bir eczacılık öğrencisidir. Yoldaki ben, tek kullanımlık sohbetleri sever, zira kim isterse o olur.

Yoldaki ben, keyiflidir. Sıcakkanlıdır. Her zaman yaptığı gibi, samimi olması için güvenmeye, vakte ihtiyacı yoktur. Hem yol hızlı ilerler. Her fırsat bir defa gelir. Sonradan geriye dönüp pişman olmamak için gözünü karartır ve elini uzatır. Yargılanmak, yanlış anlaşılmak, komik duruma düşmek hiç umrunda değildir. Bunu ona yol öğretmiştir. Yol ve eski deneyimleri... Zor yoldan öğrenmiştir, iyi öğrenmiştir.

Yoldaki ben, küçük şeylerin keyfini çıkarır. Yol hızlı ilerler, ancak sadece Yoldaki ben'in izin verdiği kadar. Bazen bir göl kenarındaki bir bankta, bazen sivrisinek dolu bir adada bir yatakta, bazen iki binayı birleştiren bir kemerin altında ve hatta bazen bir otobüs istasyonunun salaş kafesinde saatlerini geçirebilir ve bu zamana asla harcanmış gözüyle bakmaz. Bilir, harcamaktan keyif aldığı hiç bir vakit, boşa gitmiş sayılmaz.


Yoldaki ben, ufak sorunların ve engellerin canını sıkmasına izin vermez. Feribotu kaçırdıysa gider bir sonrakine bilet alır. Yağmur yağıyorsa ıslanır, hava soğuksa üşür, sıcaksa terler. Ama yol devam etmelidir ve o da bunu bilir. Yürümeye devam eder. Yoldaki ben ayakları ağrısa da yürür, hayatında hiç yürümediği kadar yürür, kilometrelerce... Her adım ona biraz daha huzur verir, her adım ona daha önce gördüğü dünyanın, görmediği başka bir kapısını açar.

Yoldaki ben, aşık olur. Defalarca olur. Trende karşısında oturan, bir hastane kantininde kek aldığı, bir barda beraber içki içtiği, bir başkasında dansettiği kıza; sohbet ede ede seyahat eden iki yaşlı kadına, kucağındaki çocuğuyla uyuyakalan anneye aşık olur. Kalbi buradakinin aksine büyük ve yumuşaktır. Aşık olmanın kendisine aşık olur bazen

Yoldaki ben'i seviyorum. Kendimden sıkıldıkça, kendimi her seferinde yollara vurmam bu yüzdendir. Hissediyorum yol yine beni çağırıyor. Hayır demek ne  mümkün?

12 Ocak 2012 Perşembe

Top 5: Roman Kahramanlarım

Madem blogda hızımızı almışız, blog yazma işine ilk başladığım zamanlara dönelim o zaman. Yine bir Top 5 yapalım. High fidelity'nin bende bıraktığı bir iz olan şu Top 5'lerin çoğunu twitter heba etti onu da belirtmek lazım. Her biri birer blog yazısı potansiyeli taşıyan onlarca Top 5, binyediyüzaltmış küsür tweetin içinde kayboldu.

Top 5'ler doğası gereği spontane yapılan listelerdir, bir defa yapınca geriye dönüp üzerine düşünmek acı verir, zira tekrar düşününce hep başka adaylar akla gelir, içinden çıkamazsınız.

Benim için bir kitabın iki can alıcı öğesi vardır. İlk cümlesi ve kahramanı. "Yatağın başından ucuna kadar uzanan mavi damalı yorganın engebeleri, gölgeli vadileri ve mavi yumuşak tepeleriyle örtülü tatlı ve ılık karanlıkta Rüya yüzükoyun uzanmış uyuyordu" ya da "Siyahlı adam çölde kaçıyordu. Silahşor de peşindeydi" diye başlayan bir roman kötü olabilir mi?


Lafı daha fazla uzatmadan ve olabildiğince minimal spoiler vererek size beş favori kahramanımı veriyorum.




5- Silahşor(Roland Deschain)/Kara Kule- Stephen King


Stephen King'in ünlü Kara Kule serisinin silahşorünün bir kahraman mı ya da anti-kahraman mı olduğu konusunda zaman zaman ve cilt cilt kararsızlığa düşsem de, benim romanlarımın en güçlü karakterlerinden biri olduğu kesin. İçinde bulunduğu yol hikayesi/döngüsü boyunca yaptığı/yapacağı seçimlerin onun ne tarafta durduğunu belirleyecek olması, onun aslında her satırda yoğrulmaya devam eden bir karakter olduğu gösteriyor.  Gilead'ın, babası Steven Deschain'in, Susan Delgado'nun, "Git öyleyse bundan başka dünyalar da var" diyen çocuğun hayaletlerini de gittiği yol boyunca yanında taşımak zorunda. Bazen, bazılarını geri getirmek ve her şeyi ya aynı, ya da yeni baştan yapabilme şansına sahip olduğunu bilerek...




4-Gregor Samsa/Dönüşüm-Franz Kafka


Romanlarda iki çeşit kahramanlar vardır; yerinde olmak istedikleriniz ve istemedikleriniz. Gregor Samsa, bütün çilesine rağmen yerinde olmak istediğim kahramanlardan biri. Yanlış anlama sevgili okur, kendimi cezalandırma ya da romantik bir acı peşinde değilim, ancak bunaltıcı rüyalarımdan uyanıp toplum ve ailesinin beklentilerinin, normlarının ve kabul sınırlarının dışına çıkan, yani hiç bir şey yapmayan bir böceğe dönüşme fikri kulağa geldiği kadar kötü değil. Sanayileşen Avrupa'nın, çalışan sınıfının gururlu bir üyesi olmaktan vazgeçtiği sabahın ilk anında, böceğe dönüştüğü için işe geç kaldığını düşünen bir kahraman. Kim daha doğal hissettirebilir ki?




3-Meursault/Yabancı-Albert Camus


Meursault, suçludur. Suçu anın gerektirdiğini yapmasıdır. O an onu gerektirdiği için bir adamı vurmuştur. Öyle hissetmediği için annesinin cenazesinde bile ağlamamıştır, ikram edilen kahveyi rahatça içmiş. İlk fırsatta da kendisini, rahatlatacak kollara bırakmıştır. Gününü gün etme peşine düşmüştür. Suçludur, çünkü toplumun, "O da böyle biri işte" deme lüksü yoktur. Çünkü toplum farklılıkları takdir etmez, anlamaya çalışmaz ve zaman kaybetmeden etiketlemeye, ötekileştirmeye başlar. Elbette suçludur, zira Meursault yabancılaşmıştır ve sırt çevrilmeyi, hatta yok edilmeyi haketmiştir.


2- Galip/Kara Kitap-Orhan Pamuk


Kimisi için Kara Kitap'ın asıl kahramanı Celal Salik'tir. Böyle düşünene ne diyebilirsiniz ki? Celal Salik, Galip'in olmak istediklerinin hepsiyken benim kahramanım Galip'in olamadıklarıdır. Hüsn-ü Aşk'ın, Aşk'ı, Celaleddin Rumi'nin müridi, Orhan Pamuk'un en ünlü "hülyalı" karakteri Galip, hikaye boyunca kendi olabilme çabasındayken ona sempati duymamak vicdan ister. Tek istediği hayatı boyunca görmeye devam edip bir türlü gerçekleştiremediği Rüya'sını sıradan bir hayata razı olması gerektiğine, o hayatta kendisinin de bir yeri olması gerektiğine inandırmaktır. Sonuçta ne Rüya sıradan bir hayata razı olur, ne de Galip o hayatta yer bulur. Yine de Galip'in hikayesinin çarpık bir mutlu son ile bittiğini söylemek mümkün. Galip'i, arayışlarını, kendi olabilmek sancılarını ve sonunda kendisinin razı olduğu memnuniyeti seviyorum.


1- C. /Aylak Adam-Yusuf Atılgan


C., The Beatles'in Nowhere Man'idir, zira her şey onun olmadığı zaman, onun olmadığı yerlerde olur C., benim kahramanımdır. Tüm tedirginlikleri, isyanları  muhalefetleri, kararsızlıklarıyla bir bütündür C. Ne istemediğini, ne istediğinden daha çok bilmesiyle gönlümü çelmiştir. Pastanede elinin üzerine koyduğu gazetesiyle, yaptığı her hesapla biraz daha içten kabullendirmiştir kendini. Aylaklığa övgü derecesine varan hayatıyla o da aslında bir "Yabancı"yken, toplum ona Meursault ve Samsa'ya yaptığından farklı bir hisle yaklaşır. Toplum ona özenir, onu kıskanır ve C.'den nefret etmesinin sebebi, hiç bir zaman onun gibi olamayacağını bildiğindendir. C.'nin Meursault'tan ayrılan yönlerinden biri de aylak hayatının derinlerde bir sebebi vardır, yaptıklarının motivasyon kaynağı travmatik çocukluğu ve babasının hikayesidir. C. yenilse de devam eder, bütün denemeleri başarısızlıkla sonuçlansa da, O'nu aramaya devam edecektir. İşte C.'nin bir "kaybedenden" ayrılan özelliği de budur. 




Belki başka bir günde bu listeye girebilecek, Selim Işık, Raskolnikov ve Holden Caulfield'e selam göndermek lazım. Top 5'lerin o anlık doğasını bir daha hatırlatıyorum sevgili okur, bana kızmamalısın...

11 Ocak 2012 Çarşamba

Güncellemeler 21:Kış


***Kışı iliklerime kadar hissediyorum bugünlerde. Hava iyice soğudu İzmir'de ve ben her kış yaptığım şeyi yapıyorum. Hiç bir şey yapmıyorum.

***Hiç bir şey yapmamak derken, yanlış anlaşılmasın "Office Space" tarzı hiç bir şey yapmamak değil. Ancak yılbaşı ikramiyesi bana çıkmış olsaydı o zaman hiç bir şey yapmama lüksüm olurdu. En büyük hayalim de oydu, ancak ne yazık ki şimdi en azından bir yıl daha çalışmak zorundayım. En azından 2013 yılbaşı çekilişine dek.

***Gerçi hayatımda değiştirdiğim şeyler yok değil. Mesela spora başladım sevgili okur. 3 aydır aksatmadan haftada en az 3 gün spor salonuna gidiyorum. Herkes gibi ben de bir ay gider, sonra bırakırım diye düşünüyordum, ama şimdiye dek sorunsuz devam ediyorum. İyi de hissettiriyor açıkçası. Ayrıca biraz da motivasyon kaynağı olmalı benim için, zira buradan defalarca yapmak istediğim ve sürekli üşendiğim ya da ertelediğim şeylerden bahsettim. Birine başlayıp devam edebiliyorsam, diğerlerini de yapabilirim. Hazır iş yüküm ve nöbet sayım azalmışken...

***Evet, nöbet sayım oldukça azaldı. 2 yılı aşkın çileden sonra ayda 3-4 nöbet tutmaya başladım. Artık zamanı da gelmişti, zira sonuna yaklaşıyorum ihtisasın. 1,5 yılım kaldı. Bu gerçek bir yandan hoşuma giderken bir yandan da üzücü. En basitinden yaklaşık 10 yıllık İzmir'de kurulan bir düzenden bahsediyoruz. Ayrıca 1,5 yıldan sonra askerlik ve tekrar mecburi hizmete de gitmem gerekiyor. Sanırım en fazla bu şehirden ve bu şehirde edindiğim alışkanlıklardan ayrılıyor olmak kötü.

***Kışın eve kapanmanın güzel bir yanı var. Gece dışarı çıkacağınız o haftasonunu bekliyorsunuz. Cuma oldu mu ayrıca bir keyifleniyorsunuz. Ben yazın her akşam yaptığım şeyleri, kışın haftada bir ya da iki akşam yapabiliyorum. Aslında düşünecek olursak, zaman açısından değişen bir şey yok, her akşam yapmaya da bir engel yok, ancak doğamız gereği hepimiz kış akşamlarında birer barınak arıyoruz.

***Çıktığım zaman da çok özel şeyler yapmıyorum, hep aynı yerlere, aynı insanlarla gidiyorum. Bir önceki yazıda bahsettiğim müdavimim ben. Hep aynı yerlerde aynı insanlarla olmak keyif veriyorsa, insan neden daha fazlasını arasın ki. Demem odur ki şurada birlikte olduğum bir kaç insan, takıldığım bir kaç yer var. İzmir'den ayrılık vakti yaklaşınca onlardan daha detaylı bahsederim. "İzmir'de özleyeceğim yerler" diye bir kaç yazı yazarım belki, kimbilir?

***Kabul etmeliyiz ki, hayatın belli bir evresinden sonra yeni insanları dahil etmek zorlaşıyor. Tamam, kulağa orta yaşlı biri gibi gelmiş olabilirim, ama siz de takdir edersiniz ki özellikle üniversite yıllarından sonra yeni arkadaş edinmek zor oluyor. Çünkü arkadaşlık biraz çay gibi, demlenmesi, dinlenmesi lazım iyi tad vermesi için. Üniversite yılları da bu zamanı veriyor. Üniversite bitip iş hayatı başlayınca ise hayatınıza giren insanlar etiketlenmeye başlıyor. Öğrenciyken tanışmış olsanız çok iyi arkadaş olacağınız insanları sırf iş arkadaşınız diye doğal olarak hayatınıza çok dahil etmek istemiyorsunuz.

***Lisenin son dönemlerinde ve üniversitenin ilk yılında çok fazla fantastik kurgu okurdum. Bilemiyorum, belki içinde bulunduğum döneme uygun olduğu için, iyi hissettirdiği için okuyordum. Sonra bir gün yine bir serinin ortasındayken daha fazla okumamaya karar verdim, zira okuduğum çoğu seri birbirinin aynı olay kurgusuna sahip, yol hikayeleriyle harmanlanmış, çoğu zaman ucuz alegorilerle dolu sabun köpüğü kitaplardan ibaretti. Ben de bıraktım. Üzerinden 10 yıla yakın süre geçti. HBO, Game of thrones'un ilk sezonunu yayınladı. Sadece merak ettim diğer sezonlarda ne olacak diye, ve sonra kendimi internetten kitap sipariş ederken, cilt cilt A Song of Ice and Fire okurken buldum. Sonuç mu, yaklaşık 3000 sayfadan fazla okudum ve hala aynı şeyleri düşünüyorum sevgili okur. Tamam, diziyi izlediysen sen de göreceksin sağlam karakterler ve güzel bir kurgu var ve iyi vakit geçirtiyor.  Ancak basit düşünecek olursak kitaplar, içine ejderhalar ve kadim güçler(spoiler vermeyelim) serpiştirilmiş ortaçağ Avrupası analojisinden ileri gitmiyor. Ne yazık ki bir kez başladığım için, hala yazılmayan iki cildi dahil sonuna dek okumak zorundayım.

***Hatta en iyisi ben bu yazıyı da burada kesip dördüncü cildi okumaya devam edeyim...


9 Ocak 2012 Pazartesi

C.'ye inat müdavimlik.

"O sabah kahveci çayını ona sormadan getirdi. Demek müşteri olmak için altı gün yetiyordu. Yemek yediği lokantalarda garson, '-Ali beyin çorbası, ''-Ver ahmet beyin bayıldısını." diye bağırdıkça şaşardı. İnsanları hep aynı yere çeken neydi? Kahveciye kızdı. Onda müşteri olacak surat var mıydı? Bir daha buraya gelmeyecekti."


C.'nin, müşteri derken müdavimliği kastı çok açık. C.'nin aidiyetsiz ve teamüllere karşı duruşunu düşünürsek kendisini anlayabiliriz, ancak ben katılmıyorum, zira bende "müşteri" olacak surat da heves de var.


İnsanları hep aynı yere ne çeker? Tanışıklık hissi, rahatlık hissi ve en önemlisi aidiyet arayışıdır, insanları sürekli aynı mekanlara gitmeye zorlayan. İnsan, inatla parçası olacağı bir yapıya dahil olmak ister. O mekanın hem sahibi hem müşterisi olmak ister. Tanınmak ister, Herhangi birisi değil, birisi olmayı ister. Eğer birisi iseniz, size isminizle hitap edilir, ne içtiğiniz bilinir, adisyonunuz isminize açılır.


Zor beğenirim, zor memnun olurum. O yüzden bir yerin müdavimi olmak benim için kolay değildir, ancak bir yere bir defa güvenmeye başlarsam o yer benim için bir alışkanlık haline gelir ve sevgili okur ben alışkanlıklarıma çok bağlıyımdır. Bu nedenle ki, 9 yıldır aynı berbere, 5 yıldır aynı lokantaya, 3 yıldır aynı bara ve 4 yıldır aynı nargileciye giderim. 


Yalnız insan müdavimliğe daha yatkındır, zira oturduğu yerde, yanında götürdüğü uğraşı, kitabı, işi, dersi bazen ona yetmeyecektir. İşte o zamanlar bahsettiğim, birisi olmak önemlidir. Eğer birisi iseniz, her zaman mekan sahibiyle birer kadeh içebilme, ya da diğer müdavimlerle ufak bir sohbet etme şansınız vardır. Hem illa yalnız olmak gerekmez, arkadaşlık da bir müdavimliktir ve en güzel müdavimlik arkadaşlarla olanıdır. Herkes kendi arkadaş grubuyla sürekli takıldığı bir kafe ya da bir bar olmasını istemez mi? Central Perk, McLaren's, Cheers Bar'a(Where everybody knows your name) hiç özenmediniz mi?


C.'nin aksine kahveci hangi nargileyi içeceğimi, kahvemin nasıl olacağını bana sormadan bilsin, Barmen, içkime kendiliğinden iki buz atsın isterim. Bende müşteri olacak surat vardır ve aidiyet güzeldir.